Yazar ile kalem arasındaki ilişki nasıl evriliyor? Her şeyin dijitalleştiği bir dünya, kâğıda anlam katan kaleme ne vadediyor?
Gün içinde bilgisayar karşısına geçtiğimde yaptığım ilk şey, e-posta kutumu açıp bir gün önce kendime yolladığım notları ve fotoğrafları kaydetmek. Gördüğüm, duyduğum, izlediğim, deneyimlediğim şeylerden çağrışımla aklıma gelen karalamalar ya da uyumadan önce okuduğum kitaba ait sayfalar bunlar. Cep telefonum ile çektiğim bu fotoğrafları ve yine cep telefonumun ekranına dokunarak karaladığım o gelişigüzel lafları bilgisayara kaydetmemin sebebi şu: Daha sonra onlara bakarak notlar klasörüme yeni satırlar ekliyorum. Ve bu satırlar sayesinde yazma faaliyetimin fiziksel temelini atıyorum. Fark ettim de, neredeyse on yıldır günlük rutinlerime adeta eklemlenmiş dürtüsel bir süreç bu: aklına gelen fikir ve çağrışım kıvılcımlarını kendine e-posta olarak yolla, sonra onları bilgisayara kaydet, derken onlardan yeni notlar oluştur ve zamanı geldiğinde, bir konu üzerine yazmak istediğinde, ilgili olanlarını ayıklayarak metni kurgulamaya başla.
Notlarımı eskiden hep kalemle alırdım. Bir şey yazacaksam önce kalemle yazar, sonra -gerekiyorsa- bilgisayara aktarırdım. Konusu ya da amacından bağımsız olarak yazma eyleminin kendisinin bir hobiden ziyade hayatı anlama ve anlamlandırma çabasına evrilmeye başladığı ortaokul yıllarımdan itibaren kalem en büyük dostumdu. Not defterini yanından eksik etmeyen, o deftere sürekli bir şeyler yazıp çizen, gün içinde çoğu zaman bir sonraki yazısını düşünen bir öğrenciydim. Derslerle aram iyi değildi ama kâğıt ve kalem ilişkisini hep çok sevdim. Bir şeyler çizmek, notlar almak, belki resim yapmak, ama nihayetinde üretmekle alakalı olmaları benim için yeterliydi.
Kalemle olan dostluğumun ne zaman solmaya başladığını düşündüğümde çarpıcı bir gerçekle yüzleştim. Yazma eyleminin profesyonel kariyerimi oluşturmaya başlamasıyla, kalemin hayatımdaki yeri giderek azalmıştı. Hayatımın en çok yazdığım döneminde, kalem, neredeyse en az kullandığım şey hâlini almıştı. Üstelik ilk başlarda direndiğimi hatırlıyorum. Dergilere yazmaya başladığım yıllarda, bir yandan öğrencilik hayatımı devam ettirirken, yazılarımı her seferinde önce kalemle yazar, sonra bilgisayarda temize çekip öyle yollardım. Bunu duyan profesyonel dergici / gazeteci arkadaşlarım hayıflanır, zamandan kazanmak için neden direkt bilgisayarda yazmadığımı sorarlardı. Kendimce o zamanki bilgi ve hissiyat birikimimle bazı savunmalar yapsam da pek kimseyi ikna edemezdim. Gel zaman git zaman ben de dergicilik mesleğinin profesyonellerinden biri olduğumda anlamaya başladım ki, kalemle olan romantik dostluğumu “deadline” denen diktatörlüğün tahakkümüne kurban edecektim. Mesai kavramı sizi bir şekilde zamanla yarışmaya itiyordu ve bir süre sonra yazmak için eliniz ilk olarak kâğıt ve kaleme değil, bilgisayar klavyesine gidiyordu.
Bu da demek oluyor ki yaklaşık on yıldır yazmak için önceliğim kâğıt ve kalem değil. İlk gençlik yıllarımdan bu yana bir şeyler yazmanın benim için temel hayat motivasyonlardan biri olduğunu düşünürsek -ve yaklaşık on yıl da meslek icabı yazdığımı hesaba katarsak- kalem; hayatımın uzun süresinde beni ifade eden araçlardan biri, adeta parmaklarımın bir uzantısı idi. Ama yavaş yavaş önce bilgisayarlara, ardından da akıllı telefonlara kaptırdı bu mahiyetini.
Elimizden düşürmediğimiz o siyah ekranlı cihazlara boşuna “akıllı” demiyoruz. 20 yıl öncesine kadar çağdaş insanın hayatında çok önemli yeri olan pek çok şeyi yavaş yavaş manzaranın dışına itip hepsinin işlevini tek başlarına görebilmeye başlamaları, o küçük radyasyon yuvalarının ne kadar akıllı olduklarının kanıtı. Bir düşünelim… Kalemin, kâğıdın, saatin, alarmın, gazetenin, radyonun, daktilonun, kitabın, derginin, televizyonun, müzik setinin, fotoğraf makinesinin, kameranın, bilgisayarın, haritanın ve hatta bankanın işini tek başlarına yapabiliyorlar. İnternet ve Web 2.0’ın kendi içinde giderek gelişip tüm dünyaya yayılmasıyla da lüks bir tüketim nesnesi olmaktan çıkıp sıradan insanın gün içindeki en önemli yardımcısı oldular. Kısacası insan hayatında sarsılmaz yeri olduğu düşünülen pek çok şeyi (mesela kalemi) eskisi kadar kullanmıyor oluşumuzda mikro açıdan cep telefonları, makro açıdan teknoloji önemli bir rol üstlendi. Peki teknolojinin gelişimi durmaksızın ve hızlanarak devam ediyorken, her şeyin giderek daha da dijitalize edildiği bu dönemde, kalem gibi insanlık tarihinin en devrimci icatlarından birinin ahvali ne âlemde?
Bir süredir bunu düşünüyor ve kalem ile yazar arasındaki ilişkinin evrimine kafa yoruyorum. Bu bağlamda kalem bir nesneden ziyade kavram olarak beliriyor zihnimde. Ve bu konu üzerine okumalar yapıyor, konuşmalar izliyor, notlar alıyorum. Aşağıdaki satırlar, işte bu notların derlenip toparlanmasından hallice.
Kalemin Mahiyeti
İnsan; gören, duyan, hisseden, konuşan ve en önemlisi düşünen bir canlı. Düşünüyor, düşündüğünü düşünüyor, öğrenmek ve anlamak istiyor. Bu yüzden merak ediyor, deniyor, soruyor, peşine düşüyor, araştırıyor… Ve dünya üzerindeki varlığını adeta yeniden tanımlayan bir eylem olarak yazmaya başlıyor…
Yazmak her ne kadar kadim bir eylem gibi gözükse de insanlık tarihi açısından oldukça yeni bir “buluş”. Hepi topu 5 bin küsur yıllık bir mazisi var. Kalem ise sanılanın aksine, yazıdan çok daha eski. Öyle ki, insanla yaşıt. Anlamak için parmaklarınıza bakın. Yeryüzüne ilk bilinçli izlerimizi onlarla bıraktık. Mağara duvarına, toprağa ya da kuma ilk işaretleri onlarla kazıdık. Henüz yazı yokken, çizim dahi yokken parmaklarımız ve izlerimiz vardı. Yazının kalemle birleşmesi ise Sümerlerin (MÖ 4000 – MÖ 2000) düzgün tabletler üzerine yazmak için çivi ve keskin objeleri kullanmasıyla başladı. Parmak ve çividen sonrası; kamış fırçalar, şimşir veya metal levhalar, fildişi kalemler, kuş tüyleri, mürekkepli kalemler, kurşun kalemler, tükenmez kalemler, daktilolar, klavyeler ve son olarak da dokunmatik ekranlar… Her birinin yarattığı kültürel ve sosyal literatürlerin birikimiyle, okuma ve yazma eylemi insanlığı ileriye taşıyan, büyük bir sıçrayışın ifadesi hâlini aldı.
Kalem sözcüğü Türkçeye Arapçadan kaydı. Kökeni, kamış anlamına gelen Yunanca “kalamos” ve Latince “calamus” kelimeleri. Arapça olan kalem sözcüğü yerine TDK 1932 yılında Türkçeye yazgaç, yağuş, çizgiç, kavrı, kamış ve yuvuş kelimelerini önerse de zaman içinde hiçbiri halk nezdinde değer kazanmadı. Kemal Ateş’in 2016 tarihli “Saklı Sözlük” kitabında kullandığı “yazaç” ise bana kalırsa kelimenin Türkçeye en yakışan karşılığı. Bu arada şaşırtıcı bir rastlantı: Kalem; kökeninden bağımsız olarak, “söz” anlamına gelen Arapça “kâl” ve “ilaç” anlamına gelen eski Türkçe “em” kelimelerinin birleşimi. Kaleme mistik bir değer katıyor bu “söz ilacı” tanımı.
İlk örnek ve çeşitlerinden bu yana tüm kalem çeşitleri, yazı yazma eyleminin kendisine yeni anlamlar ve paradigmalar atfediyor. Kalem, doğrudan yazma eylemini dönüştürdüğü gibi, dolaylı olarak yazının anlamını, hedefini ve mesajını da etkiliyor. Yazının tarihsel ölçekteki en büyük atılımı ise kurşun kalemin icadıyla elde ediliyor.
Mürekkep mahkûmiyetine son verip kendisinden önceki tüm kalem türlerine nazaran yazma faaliyetini daha kolay ve yaygın kılan, bu bağlamda yazıya çok daha demokratik bir üretim alanı açan kurşun kalem, çoğunlukla kil ve grafitten üretiliyor. Tipik bir kurşun kalemde grafitin etrafı ahşapla kaplanıyor. Bunun yanı sıra metal veya plastik muhafazaya sahip kurşun kalemlere de rastlanıyor. Modern kurşun kalemler, ince tabanlı grafit ve kil tozu karışımının su eklenerek oluklu ahşap çubuklara yerleştirilip fırınlanmasıyla üretiliyor. Ortaya çıkan bu dizeler, süzme yap veya erimiş muma daldırılıyor, son olarak birleştirilen oluklu kalemler sarılıp boyanarak satışa sunuluyor. Peki bu kalemler adındaki “kurşun”u nereden alıyor?
Hikâye eski Roma’ya dayanıyor. O devirde papirüsün (eski Mısırlıların bu bitkinin saplarından yaptıkları kâğıt) üzerine yazmak için zaman zaman kurşundan yapılmış çubuklar kullanılıyor. 1500’lü yıllarda zengin grafit yataklarının bulunması ve bu maddenin kâğıt üzerinde daha koyu izler bıraktığının gözlenmesi ile grafit, yazı malzemesi olarak kullanılmaya başlıyor. Ama kurşuna olan benzerliği nedeniyle bir kurşun çeşidi olduğu sanılıp uzunca bir süre “siyah kurşun” olarak adlandırılıyor. Grafitten üretilen kalem de işte bu yüzden kurşun kalem adını alıyor. 1700’lerin sonlarında grafitin bir kurşun elementi türü değil, aslen karbon kökenli bir madde olduğu ortaya çıkıyor. Sonrasında ise özellikle Avusturyalı Joseph Hardtmuth’un girişimiyle Avrupa’da grafitten yapılma kalem imalatı seri üretime geçmeyi başarıyor ve 19. Yüzyıl’dan itibaren kurşun kalem, kültürel kalkınma ile bilimsel atılımların hızlanmasının temelindeki önemli faktörlerden biri hâlini alıyor. Çünkü yazma faaliyetine yeni bir ivme kazandıran bu kalem türü, yazmayı sıradan insanın da becerebileceği kadar yaygınlaştırıp kolaylaştırmasıyla bir anlamda eğitim alanında devrimsel bir fitili de ateşlemiş oluyor. Bilim ve edebiyat, kurşun kalemin icadıyla adeta yeniden doğuyor. Yazma eyleminin uzunca bir süre sadece bu eylemi gerçekleştirebilecek edevata sahip zanaatkârlar tarafından sahiplenilmiş ayrıcalıklı bir faaliyet gibi algılanması sonrasında kurşun kalemin yazmayı “halka indirmesi” sosyolojik bir dönüşüm anlamına geliyor ve bu bağlamda modernleşmenin temelindeki çarklardan biri olarak toplumların okuma-yazma oranlarındaki artış, beraberinde teknolojik gelişimin hızlanmasına da sebep oluyor.
20. Yüzyıl’dan itibaren küresel çapta yoğunlaşan sanayileşme ve şehirlileşme hareketlerine paralel olarak toplumların giderek daha çok tüketime odaklanması durumundan, kurşun kalemin özgürleştirdiği edebiyat da payını alıyor. Kâğıt ve kaleme ulaşımın kolaylaşması neticesinde yazmanın daha zahmetsiz bir fiziksel süreç içermeye başlamasıyla hem yazar sayısı hem üretilen eser sayısı hem de üretilen eser çeşitliliği konusunda olağanüstü bir artış yaşanıyor. Bu artışla gözlemlenen bir diğer etki de -yine tüketim toplumu konseptinin getirisiyle- kalemlerin zaman içinde bir nevi fetiş ve / veya koleksiyon nesneleri hâline gelmesi oluyor.
Yine 20. Yüzyıl’ın başlarından itibaren daktilonun yaygınlaşmasıyla, kalem, tarihteki ilk büyük rakibiyle tanışıyor. Ve fakat daktilo her ne kadar resmi kurum, basın-yayın dünyası ve edebi alanda yazma mesaisini etkili biçimde dönüştürse de bireyin ana yazma aracı olarak kalem, sarsılmaz hâkimiyetini yeni milenyumun başlarına kadar sürdürüyor. Öte yandan tüm bu süre zarfında el yazısı denen, kişiye özgü temayülün giderek yeni bir literatür oluşturmasına, imza kavramının yayılmasına, el yazısı sanatının çeşitlenmesine ve bu bağlamda tipografi sınırlarının genişlemesine, yazı karakterlerinden yazar tahayyülü yapılabilmesine, yazar ve yazma halleri arasında yepyeni alışverişlerin filizlenmesine, defterlerin (ve kâğıtların) eğitim hayatı dışına taşabilmesine, topyekûn bir kırtasiye müktesebatından söz edilebilmesine ve nihayetinde kalemin -tıpkı kâğıt gibi- bir kavram olarak zenginleşip neredeyse tinsel bir anlam devşirmesine tanık olunuyor. Kalemin kendisi, edebiyatın önemli bir unsuru hâline geliyor. Zihnin elçisi dil, dilin elçisi ses ve yazı, yazının elçisi kalemdir deniyor. Bir el ve kâğıtla buluştuğunda dünyanın kaderini değiştirebiliyor. Düşünceyi cisimleştirdiği için insanlığa yön verdiği söyleniyor. Kalem, kelamın ömrünü uzatıyor. Yeri geliyor suç aleti oluyor, yeri geliyor suçu önlüyor. Kılıcın karşısına daha keskin olarak çıkıyor. Cana yakın, dert dinleyen, unutmayan, hatırlayan ve hatırlatan kalem; uçan sözleri kâğıtlara prangalıyor, böylece uğruna ağaçların kurban edildiği kâğıtlara anlam atfediyor. Yerine göre yazar, gazeteci ya da yazan kişi (bkz: “usta kalem”) anlamına da geliyor. Peki artık müzelerdeki yeri yavaş yavaş hazırlanmaya mı başlıyor?
Teknoloji Ve Kalem İlişkisi
Bugün artık teknoloji, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar hızlı -üstelik bu hızı sürekli artan bir şekilde- gelişiyor. Dahası, hemen hemen aynı oranda da yayılıyor. Dolayısıyla söz konusu gelişime neredeyse anında ulaşabilen bireyin tetiklediği beşerî dinamizm her daim yenilenerek kültürel ve sosyolojik açılardan toplumsal standartların oluşmasını zorlaştırıp kökleşme, klasikleşme gibi muteber melekelerin yerine teknolojik vukufu ikame ediyor. Bu olağanüstü devinim sonucunda teknoloji ile olan ilişkimiz giderek alternatifsiz bir koşula evriliyor ve bu sayede teknoloji gitgide siyasetin, hatta dinin tahtına yöneliyor. Bugün teknoloji sadece hayatı daha verimli ve kolay yaşamaya yarayan bir bilim ve teknik çıktısı değil, o hayatın ta kendisi olmaya yelteniyor. Dolayısıyla bugünün bireyi, teknolojinin boyunduruğu altında yaşarken geleceğini de -ister istemez- teknolojik pratiğin tahakkümüne terk ediyor. Ve bugünün teknolojisi, her şeyi dijitalleştirerek insanın hayatla ilişkisini ekranlar üzerinden yeniden kurguluyor. Bu kurgu dâhilinde okuma ve yazma gibi en temel “ilerici” faaliyetlerimizden ikisi, yine ekranlar üzerinden kendine yeni alanlar ve paradigmalar keşfediyor. İşte kalem denen nesne, bu yeni dijital ritmi yakalayamayan eski dünya kalıntılarından biri hâline geliyor.
Önce bilgisayarlar, ardından cep telefonlarının küresel yayılımı ve her iki aletin de teknolojik açıdan hızlı gelişimi sonrasında gün içinde iletişim, üretim ve tüketim temelli pek çok ihtiyacı karşılamayı başarması, birey özelinden hareketle önce iş hayatına, ardından özel hayata ve nihayetinde sanata yansıdı. Bu bağlamda sanat özelinden ele alırsak, kaleme olan ihtiyaç büyük oranda azaldı. Zira yazarın ve sanatçının eli, hâlihazırda beyni karşısında zaten sınırlıyken, beynin geniş ferasetine daha uygun verimlilik pratikleri sunan teknolojinin “yarışı” kazanması kaçınılmazdı. Genel olarak kalemin kullanıldığı alanlar eninde sonunda ekranlar üzerinden sağlanan iletişimle daha hızlı yaygınlaşabildiğinden, doğrudan doğruya o ekranlara veri sağlayan klavyelerin kalemler yerine tercih edilmesi hem zaman hem teknik açıdan üreticilere avantaj sağladı. Ve dijitalleşmenin, yani ekran odaklı yeni hayatın giderek daha çok alanda hüküm sürmeye başlaması, kâğıt ve kalem ilişkisini nostaljik bir taassupla sınırladı. Bugün yazının en çok kullanıldığı alanlarda klavye kullanımı, kalem kullanımını katlamış durumda. Peki kalemin tamamen yok olacağından söz edebilir miyiz? Böyle bir kehanette bulunmak için şimdilik erken bana kalırsa. Zira kalemin hâlâ güçlü olduğu alanlar hayli fazla. En başta, eğitim alanı. Okuma ve yazmayı, ardından sayısal disiplinleri (matematik, fizik, kimya vb.) düşünmeyi, dolayısıyla “öğrenme”yi kalem kullanarak yapmak ve bu şekilde yapılmasını sağlamak, bugün pek çok eğitimci ve bilim insanının içinde yaşadığımız dijital anomalideki ilk tercihi hâlâ. Yapılan araştırmalara göre harfleri ve rakamları kalem marifetiyle teker teker yazıp beynimize işlemek, onları klavye kullanarak bir ekrana aksettirmeye oranla zihnimizde daha kalıcı ve etkili bir öğrenmeye yol açıyor. El yazısı sanatçılarından Jake Weidmann, 2014 tarihli TED konuşmasında bu konunun akademik olarak ele alındığından ve yapılan bilimsel araştırmalar sonucunda, klavye kullanmaya oranla el yazısı yazmanın beynin daha çok alanını çalıştırdığı ve bu sayede beyne daha çok bilgi girişi sağlandığından bahsediyor. Ayrıca kalem, estetik (resim, mimari, illüstrasyon vb.) alanlarda uzun süre daha sanatçının ilk tercihi olarak kalacak gibi görünüyor. Elbette bu alanların nihai ölçekte dijitalizasyona ve ekranlara ihtiyacı baki ama üretim temelinde kalemin istidadını ele geçirecek bir tehlike şimdilik uzakta. Teknolojinin zaman içinde (belki de gözümüzün gördüğü her şeyin tek bir ekrandan ibaret olacağı bir senaryoda) bizi en başa döndürüp kalem ve fırça özelliğini tamamen parmaklarımıza geri kazandıracağı bir gelecekten söz etmek mümkün olsa da, o durumda bile estetik alanlarda parmak kullanma zahmetsizliğinin kalem ve fırçanın ergonomik rahatlığına üstün gelip gelmeyeceği muamma.
Sonuç itibarıyla 21. Yüzyıl’da kalem kullanımı, sağlıklı veriler elde etmemize yarayacak istatistiki bir araştırma alanı olmak için hem fazla geniş hem de çetrefil bir hülasa. Bugün dünya üzerinde her yıl toplamda kaç adet kalem üretilip satıldığını (ve aktif olarak kullanıldığını) öğrenmek pek mümkün değil. Yaklaşık ve tahmini rakamlar ise kalemin (pek çok çeşidiyle) bir süre daha bizlerle olacağını işaret ediyor. Fakat hem raflardaki hem dijital dünyadaki yazı deryasının (yani sadece kitap / dergi / gazete / katalog vb. başlıkları altında değil, okuduğumuz her şeyin dâhil olduğu en geniş açıdan tüm yazı dünyasının) genelini düşündüğümüzde, klavye ve dokunmatik ekranların kalemden daha sık tercih edildiği bariz bir şekilde ortada.
Peki kalem kullanımının azalmasına üzülmeli miyiz? Ekolojik açıdan; kâğıt üretiminde binlerce yıldır, kurşun kalem üretiminde ise yüzlerce yıldır ağaçların kesilmesi, grafit, kil ve su kaynaklarının tüketilmesi, mürekkep üretiminde demir, sülfat ve asit kaynaklarının tüketilmesi, dahası kalemlerin bir dönem kuş tüylerinden yapılması sebebiyle kuşların bu uğurda feda edilmesi, ayrıca diğer pek çok kalem türünün üretiminde plastik kullanılması ve plastik atıkların bugün gezegenimizin başlıca sorunlarından biri hâlini almış olması, bizi biraz düşündürmeli. Dijitalleşme; kâğıt, kalem, mürekkep ve boya kullanımını azaltarak ağaç katliamı ve doğal kaynak tüketimi konusunda dünyaya nefes aldırabilir ama teknolojinin pek çok unsuruyla uzunca bir süre daha plastiğe (ve nihayetinde enerjiye) bel bağlayacak olması, işleri henüz tam anlamıyla çözemediğimizi gösteriyor bu hususta.
Yazar ve kalem ilişkisine dönersek; şahsen kalemin daha uzun süre hayatıma eşlik etmesinden yanayım. Belki artık en yakın dostum değil, ama yakınlarımda bir yerlerde olmasını hâlâ umursarım. Belki artık not defterim yok, ama kalem, zaman zaman, biraz da nostaljik bir romantizmle elime aldığımda yazma eyleminin ilkel ruhuyla beni yeniden buluşturarak ihtiyacım olduğu anda “eli kalem tutan biri olma” tutkusunu bana yaşatan ve o tutkunun açtığı anlam dünyasında kendimi iyi hissetmemi sağlayan bir fail. Bu konuda benim gibi düşünenler olduğuna eminim. Okuma ve yazma eylemini tamamen düşünce gücüyle gerçekleştirebileceğimiz o belirsiz geleceğe kadar; bize okumayı, yazmayı, düşünmeyi ve üretmeyi çağrıştıran kalemi yakınlarımızdan eksik etmeyelim.