İdealizm, bireycilik, kimlik, sanat, yapay zekâ, Türkiye ve distopya üzerine…
İnsan: kozmik bir detay, felsefi bir muamma, fenni bir cevher. Yeryüzündeki evriminin kim bilir kaçıncı evresinde, kendini sürekli yeniden keşfeden, bir yanıyla hep ilkel, bir yanıyla hep gelişen bir mucize. Hayatı anlamlandırma ebediliğinde, doğayla ve beraber yaşamaya muhtaç olduğu türdeşleriyle sonsuz etkileşimde, varlığını sorgulamayı, yüceltmeyi ve değersizleştirmeyi aynı anda becerebilen, başına buyruk bir netame.
İnsanların bir arada yaşayabilmelerini sağlayan beşerî reflekslerin oluşması yüzyıllar sürmüş. İnsan dediğin en nihayetinde doğal kaynaklara mahkûm bir canlı. Ve ne yapıyorsa bu mahkûmiyet içerisinde yapıyor. Hem kendi türünü hem de farklı türleri tehdit olarak algılayıp saldırganlaşması ise felsefi açıdan “doğasının”, fiziksel açıdan bu mahkûmiyetinin gereği. Peki insanı uysallığa iten nedir? Kısaca: mecburiyet. “Bir arada yaşama mecburiyeti”. Üreyen insan, kendi konforlu alanını koruma güdüsü geliştirmiş ve “diğerleri” ile “alışveriş”e başlamakta “fayda” görmüş bir ırk. Toplum kavramının ilk örnekleri de işte bu alışveriş sırasında ortaya çıkıyor. Filozofların, sosyologların, tarihçilerin, hükümdarların, kölelerin, din adamlarının, tüccarların ve bilim insanlarının çağlar boyunca sorguladıkları “ideal toplum” tanımı ise bugün hâlâ görecelik merceğinden kopamıyor. Cevabı netleştirmek için değil ama tanımı kurcalamak adına şuradan başlayabiliriz; “ideal” nedir?
Sözlük karşılığıyla; “düşüncenin tasarlayabileceği bütün üstün nitelikleri kendinde toplayan”. Buradan hareketle “idealizm”e vardığımızda ise anlam derinleşiyor. Felsefi ifadesi ve en geniş tanımıyla idealizm; tinsel güçlerin evrendeki tüm süreçleri ya da olup bitenleri belirlediğini savunan tüm felsefe öğretilerini içerecek biçimde kullanılan bir terim. Var olan her şeyi “düşünce”ye bağlayıp ondan türeten; düşünce dışında nesnel bir gerçekliğin var olmadığını, başka bir deyişle, düşünceden bağımsız bir varlığın ya da maddi gerçekliğin bulunmadığını dile getiren bir akım. Bu bakımdan varlığın düşünceden bağımsız olarak var olduğunu kabul eden “gerçekçilik”, “maddecilik” ve “doğalcılık” gibi felsefi anlayışların da tam karşı kutbunda. Hayatın temellendirilmesinde en önemli görevin bilince ya da maddi olmayan zihne yönelik bir gerçeklik kuramı geliştirmek olduğu düşüncesi üzerine kurulu olan idealizm; doğadaki nesneleri her şeyin özünü oluşturan tek bir gücün ya da enerjinin geçici görünümleri olarak görüyor, varlığın tüm görünüşlerinde tek bir anlamın yattığını düşünüyor, var oluşu tek bir birlik olarak algılıyor, aklın sağladıklarının dışında gerçekliğe ulaşmanın olanaksız olduğunu öne sürüyor ve gerçekliği “idea” olarak belirleyip maddeyi bunun bir yansıması sayıyor. Yani dünyanın yalnızca düşüncelerin, zihnin ve ruhun (aslen fiziksel dünyadan önce var olan “idea”nın) bir yansıması olduğu görüşünden hareket ediyor. Bu bakış açısına göre; duyularımızla bildiğimiz maddi şeyler, kusursuz ideanın kusurlu kopyalarını oluşturuyor.
İdealizmin başlangıcı MÖ 6. Yüzyıl’a, İlkçağ Yunan felsefesinde Ksenophanes’e dek uzanıyor. Ksenophanes, çok olanı “bir”e indirgemiş ve bu “bir”i “tüm düşünme” olarak belirlemiş. Bu öğreti, öğrencisi Parmenides’in (Günümüzde metafiziğin kurucusu olarak gösterilir.) Elea Okulu sayesinde gelişim gösterip “Varlık, değişmez ve birdir; özne ile nesne bir ve aynıdır.” noktasına ulaşmış. Antik dönemde idealizmin en tutarlı savunucusu olan Platon’a göre ise gerçek varlık, “düşünce varlığı”. Platon “düşünülür dünya” (idealar dünyası) ile “duyulur dünya” (görüngüler dünyası) ayrımına gitmiş; duyulur dünyayı gölgelerden ibaret bir görünüşler dünyası olarak betimlerken, düşünülür dünyayı değişmez gerçeklikler olarak nitelendirdiği idealardan oluşan “gerçek dünya” olarak ilan etmiş. Aynı fikir önce İrlandalı rahip ve filozof George Berkeley ile klasik İngiliz ampiristlerinin sonuncusu David Hume tarafından, sonrasında da Alman filozof Immanuel Kant tarafından ileri sürülmüş. Temelde şöyle özetlenebilir: “Dünyayı duyularım aracılığıyla yorumlarım. Bu nedenle, var olduğunu bildiğim tek şey duyu izlenimlerimdir. Örneğin bir elmanın var olduğunu söyleyebilir miyim? Hayır. Tüm söyleyebileceğim; onu gördüğüm, hissettiğim, kokladığım, tattığımdır. Bu bakımdan, gerçekte maddi bir dünyanın var olduğunu asla söyleyemem.” Öznel idealizmin mantığına göre duyu organlarımızın hiçbiri çalışmadığında bu dünya “var olmaktan” çıkar. Çünkü onu “algılayamayız”. Tabii her ne kadar idealist düşünce asıl gelişimini Kant’la göstermiş olsa da, George Berkeley’nin idealist düşünceye katkıları da yadsınamaz. Kendi felsefesini “madde tanımazcılık” diye adlandıran Berkeley’e göre iki tür gerçek varlık vardır: tinler ve idealar. Fiziksel nesneler ise duyusal ideaların toplamıdır. Dolayısıyla bir elmayı algıladığımızı söylediğimizde doğrudan farkına vardığımız şey, duyusal görünüşlerin toplamıdır. Bu sebeple sınırlı bir zihin tarafından algılanmayan şeyler yoklardır; onlar zihnimize sınırlı zihin tarafından algılandıklarında ulaşırlar: “Esse Est Percipi” (“Var olmak algılanmış olmaktır”). Berkeley; şeyleri, onlara atfettiğimiz niteliklere ilişkin duyu deneyimimizden soyutlayarak kavrayamayacağımız düşüncesinden hareket ederek, fiziksel nesnelerin yalnızca idealar olarak var olduklarını ileri sürer. Ve fakat fiziksel şeylerin, onları algılayan kimse olmadığında da gözükmelerine yanıtı ise onların Tanrı’nın hafızasında var olmalarıdır. Düşüncemizde nesnelerin varlığını yaratan yegâne güç, Berkeley’e göre Tanrı’dır. Bu bakımdan idealizmin bir “Tanrı kabulü” olduğu sonucu yaratılabilir ama tam da bu noktada “zihin felsefesi” oyuna dâhil olur.
Günümüzde dil felsefesiyle birlikte en aktif felsefe dalının zihin felsefesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu aktiflik; bugünün dünyevi portresine daha hızlı cevap verebilme yetisinde yatıyor. Bilinç, zihinsel olaylar, özellikler, işlevler ve bunların fiziksel bedenle, beyinle ilişkilerini inceleyen zihin felsefesi, bize “var olma”nın mutlak surette “Tanrısal” bir öze ihtiyaç duymadığını anlatıyor. Bedenin zihinle ilişkisi bakımından zihin-beden sorunu -zihnin doğası ve onun fiziksel bedenle ilişkili olup olmadığı gibi diğer sorunlara rağmen- zihin felsefesinin merkezinde yer alıyor. Zaten tam olarak bu sorun, felsefenin bu dalını “zenginleştiriyor” ve ikicilik (düalizm) ile tekçilik (monizm) gibi iki büyük düşünce ekolünü öne çıkarıyor. İkicilik; Platon ile Aristoteles’in yanı sıra Hint felsefesindeki Sankhya ve Yoga ekollerine kadar geri götürülebilir. Ancak sorunun net olarak 17. Yüzyıl’da Descartes tarafından formüle edildiğini söyleyebiliriz. Töz ikiciler (substance dualist) zihnin bağımsız bir töze sahip olduğunu savunuyorlar, nitelik ikiciler (property dualist) zihnin farklı özelliklere sahip olmakla birlikte ayrı bir tözü olmadığını iddia ediyorlar, tekçiler ise ontolojik olarak zihin ve bedenin ayrı olmadığını söylüyorlar.
Kimlik Nedir?
İdeal yaşam, ideal toplum, ideal düzen gibi konularda kimlik kavramını öne çıkarmanın önemli olduğunu düşünüyorum. “Toplumsal bir varlık olarak insanın nasıl bir kimse olduğunu gösteren belirti, nitelik ve özelliklerin bütünü” olarak tanımlıyor Türk Dil Kurumu “kimlik” kelimesinin (ve kavramının) karşılığını. Dil Derneği “toplumsal bir varlık olarak insana özgü olan belirti, nitelik ve özelliklerle birinin belirli bir kimse olmasını sağlayan koşulların tümü” derken, Kubbealtı Lugat “herhangi bir kimseyi o kimse yapan özelliklerin bütünü” tarifini çıkarıyor. Bu bağlamda kimliğin, birey öznelliğiyle olduğu kadar -hatta belki ondan da fazla- çevresel etkilerle oluştuğundan söz edebiliriz. Dolayısıyla kimlik kavramı ile ülke / toplum söylemi çoğu zaman birbirinin içine geçen ya da birbirinin alanına dâhil olabilen anlamlara gebe. Bu durum bize, olduğumuz kimse ile doğduğumuz ve / veya yaşadığımız ülkenin (çevrenin) kurduğu doğrudan alakayı işaret ediyor. Toplumlar, bireyler ve çevre arasındaki bu mütenasip bağ; dini açıdan -yaratıcı iradesinin de kabulüyle- kader yaklaşımını, seküler açıdan zamanın ruhunu, en temel ve geniş açıdan ise hayatın ta kendisini belirliyor.
Kimlik; hem bizi oluşturan hem de bizim oluşturduğumuz bir şey. Dolayısıyla sürekli ve anında değişebilen ve fakat bir o kadar da kadim bir tarafı var. Bu iki kutuplu hâli ona derin bir dinamizm katıyor. Ve bu dinamizm, hayatla olan ilişkimizi şekillendiriyor. Çevremizle kurduğumuz tüm temaslar, işte bu şekillendirmeyle oluşuyor.
Birey Kavramı Ve Günümüze Etkisi
İnsanoğlunu bilinen diğer canlı türlerinden ayıran en önemli özelliklerden biri “birey” olma bilinci. Bu durum doğal bir evrimsel eğilim midir, yoksa özellikle sanayi devrimi sonrası toplumlar üzerine boca edilen “tüketim ve pazarlama hoyratlığı” ile iyice sahiplendiğimiz bir kapitalizm keşfi midir; bunu ancak antropoloji, psikoloji ve sosyoloji bilimleri bir araya gelerek cevaplayabilir. Peki birey olma bilinci, insana ne gibi duygusal veriler iletir? “Kendini sevme ve kendini kabul etme” eğilimi / ihtiyacı başlangıç noktası kabul edilebilir. Buradan hareketle; kendimizi sevdirme ve ilişki içerisinde olduğumuz diğer canlılar tarafından da kabul görme ihtiyacımız, en ilkel ve fakat hâlâ geçerli en töz psikolojik dürtülerimizdendir. Hayatın ritmine öyle ya da böyle dâhil olarak yaşamaya devam ediyorsak, bu temel dürtümüzün bize sağladığı pek çok motivasyon devrede demektir. Peki kendini sevdirme ve kabul ettirme ihtiyacı her insanda aynı mıdır? Elbette değil. Ve bu neyi sağlıyor? Spektrumun uç noktalarından ele alırsak; ya nihilist bir ruhani durumu ya da günümüzün metropol endeksli toplumsal dinamikleri içerisinde, hızla değişen hayat koşullarına bağlı küresel atmosferde, teşhir dürtüsünün her zamankinden daha fazla ön planda olduğu bu “avatar’lar çağı”nda, benliğimizin fanatiği, hayranı olma ve yine buradan hareketle kendimizi “ünlü” kılma ihtiyacı sağlıyor.
Ünlü olma merakı, hevesi, beklentisi ya da farklı bir deyişle; daha fazla insan tarafından kabul, takdir ve hatta itaat görme motivasyonu, toplumların oluşmaya başladığı ilk beşerî dönemlerden beri var olan, üstelik devlet kavramının ortaya çıkmasıyla da organik bağı bulunan bir “bireysellik” meyvesi. Bu meyve, günümüzde özellikle internet ve sosyal medyanın insanları “daha görünür” kılmasıyla iyice olgunlaşmış ve hemen her evin masasına servis edilmeye başlamış durumda. İşin içine psikolojik başka dürtüler de (mesela güce tapma, güçlünün haklı sayılması illüzyonu vb.) girdiğinde ünlü olabilme, “etkili” olabilme ve “sözünü, düşüncesini dinletebilme” beklentisi, aslında en geniş manzarada “bireyin varlığını anlamlı kılabilme ihtiyacı” ile alakalı.
İletişim teknolojisi bu konuda en etkili enstrüman. Tamtamlara vurarak, mağara duvarlarına resimler çizerek, dumanla, posta güverciniyle, ulakla ya da mektupla “iletişen” insanlar; elektriğin keşfiyle birlikte hızlanan teknolojik gelişimler sonucunda kitap, gazete, telgraf, telefon, radyo ve televizyon sayesinde giderek birbirlerinden daha fazla haberdar oldular. Bu sistematik ilerleyiş, her defasında daha fazla insanın daha fazla insan tarafından duyulabilmesi / görülebilmesi / bilinebilmesi olanağını beraberinde getirdi ve ünlü olma kavramı teknolojinin gelişim hızıyla doğru orantılı bir şekilde değişti. Bugün artık internet ve yapay zekâ algoritmaları sayesinde yepyeni bir çağdayız. Dolayısıyla kişinin kendisini ifade etme biçimi, süresi, hedefi ve varlığına yüklediği anlam, bu yeni hayatın şifrelerine tabi.
Geçtiğimiz yıllarda yayımlanan “Şairaneden Şiirsele – Türkiye’de Modern Şiir” kitabıyla ilgili verdiği röportajlardan birinde Murat Belge, şiirin bugünün dünyasındaki yeri hakkında olumsuz tablolar çizilmesine karşı, “güzel söz”ün bir iletişim ihtiyacı olmaktan çıkıp önce “alternatif”e, ardından da “lüks”e dönüşmesinden bahsediyor ve şiirin artık en etkileyici ifade biçimi olma tekelini kaybettiğini söylüyordu. Bu durum biraz da teknolojik devinimle alakalı. Sırasıyla tiyatro, müzik, sinema ve bugünlerde “internet” şiiri iyice kendi kabuğuna hapsetti. Belge; “Kendini ifade ederken başkalarını da ilgilendirecek bir şeyler ifade etmek isteyenlerin sayısı artıyor.” derken, bu artışta şiirin eskisi kadar tercih edilmemesinin sebebini, iletişim araçlarının çoğalmasına bağlıyor. Haksız sayılmaz. “Gelişmiş” toplumlarda nüfusun önemli bir çoğunluğu artık bilgisayar, cep telefonu, internet gibi araçlara her zamankinden daha kolay ve hızlı ulaşıyor, bu araçları her zamankinden daha yoğun kullanıyor. Peki bu yoğunluğun sebebi ne? Cevaplardan biri; kendini ifade etme çabası altında gizlice büyüyen ve tehlikeli sonuçlar yaratabilen “şöhret olma” merakı.
İnsan neden şöhret olmak ister? Psikolojik açıdan “kendini kanıtlama”, felsefi açıdan “kendini gerçekleştirme” sınırlarında dolaşan, “kabul görmenin rahatlığı” ile alakalı bir cevabı olduğu malum. Günümüz dünyasında cezbedici bir “ihtiyaç” hâline gelmeye başlaması ise vahşi kapitalizmin bir illüzyonu. Bu açıdan bakınca, şöhret olmak isteyen insanların “normalliği” reddetmeleri gerektiği, artık bir norm olmuş durumda. Zaten şöhret ve “şeytan” arasındaki ilişki de tam olarak bu normda başlıyor. Toplumsal sınırlar içerisinde, kabul edilmiş ahlaki ve ekonomik çerçeveler dâhilinde, kolay yoldan şöhret olmak günümüz insanının olumlu sonuçlandıramayacağı bir sınıf atlama çabası olarak görülüyor. Oysaki “şeytan”la anlaşıp ruhunuzu ona sattığınızda, karşılığında kitlelerin size tapınacağı bir tatmin şekli bulabilirsiniz. Böyle anlatmıyor mu son 50 yılın filmleri, şarkıları, kitapları ve “kodamanları”?
“Görünüyorum, O Hâlde Varım!”
Gerçek anlamda 21. Yüzyıl’ı yaşamaya başladığımız 2010’lu yılların en büyük toplumsal ve kültürel değişimlerinden biri, sosyal medyanın küresel ölçekte benimsenmiş olmasıydı. Bu durum, günümüz insanının hayata bakış açısından, o hayatı yaşama biçimi ve o hayatla ilgili hayallerine kadar neredeyse her şeyini yeniden düzenledi. Dolayısıyla günlük hayat ritmi içerisinde sosyal medyanın dayattığı birtakım geçerlilikler, özellikle gelişmiş ve gelişmekte olan ülke toplumlarının, bilhassa da 13-33 yaş arasındaki profilin yaşamla ilgili öncelikli değerleri arasına sızmayı başardı. Bu geçerlilikler arasında evvela “kendini fark ettirme ve varlığınla fark yaratma” tahakkümü baskın çıktı.
1900’lü yılların ortalarından itibaren hızla artan şehirlileşme pratikleri, bugünün metropolleşen dünyasında bireylerin “tanış olmadığı yığınlar” ile bir arada yaşamasını mecbur kıldı. Ve sanayi devrimi sonrasında adım adım büyüyen vahşi kapitalizm, bize bu yığınlar arasında kendimizi özel hissetmemiz için sayısız doktrin sundu. İnsanoğlunun kendini fark ettirme çabası en ilkel dürtülerinden biridir elbette, fakat sosyal medya faktörü ile bu dürtü, bir norm, hatta gururla kabul etmemiz gereken yaşamsal bir “kanun”a döndü. Hâl böyle olunca; tanış olmadığımız ama bir arada yaşamak zorunda olduğumuz o yığınların içinde hep diğerinden daha iyi, daha mutlu, daha değerli vb. olma isteğimiz, bize hayata dair yadsınamaz bir tutku ve olmazsa olmaz bir DNA kodu gibi sunuldu. Böylece daha çok para harcayacak, daha iyi hayatlara sahip olacak, diğerlerinden daha farklı görünecek ve nihayetinde onlardan daha üstün olacaktık. 2010 yılında kullanıma açılan, birkaç yıl sonra Facebook tarafından satın alınan ve bugün 1 milyar aktif üyesi bulunan Instagram, işte bu yeni dünyanın bir unsuru.
İnternetin okunan bir şeyden, “izlenen” bir şeye evrilmesinde önemli bir rolü bulunan bu fotoğraf ve video platformu, bireyin kendini fark ettirme yarışında en sık başvurduğu silahlardan biri artık. Yaşıyor olmanın bir “kanıtı”. Ne yiyip içtiğinden, ne düşünüp istediğinden, ne hayal edip bulduğundan, kimi sevip sevmediğinden, ne okuyup yazdığından, ne izleyip gördüğünden, ne dinleyip duyduğundan başlayıp akla gelebilecek her türlü yaşamsal aktiviteyi Instagram (veya Twitter, Facebook vb.) üzerinden sunmadığımız sürece, o eylemi yapmış olmuyoruz bu yeni dünya düzeninde. Ve bu durum; tamamen “avatar”lardan oluşan milyonlar karşısında, gerçek hayat ile sosyal medyadaki tezahürümüzü ayrıştıran, iki farklı hayat yaşamamıza sebep olan, sıkıntılı bir süreç doğurdu. Hayatı “pornolaştıran”; yani ucuz, yüzeysel ve abartılı bir dışa vurum ile sınırlayan bir ezber yarattı. Dolayısıyla bugünün metropolleşmiş hayatının günlük akışı; “paylaşmak güzeldir” öğretisi ve “kendini ifade etme” baskısı altında, bizi her daim diğerleri ile görünmez bir üstünlük yarışına mahkûm etmiş durumda. İşte bu üstünlük yarışı ile doğrudan alakalı bir vahamet, son günlerin, hatta son yılların en sansasyonel popüler kültür konularından biri konumunda: herkesi boğan, mutluluğun takıntı hâline getirildiği bir sosyal baskı sarmalı.
Her şeyin en iyisine layık olduğumuzu söyleyen reklamlarıyla, kazandığımızdan fazlasını harcatan kartlarıyla, retinalara yaklaşan çözünürlükleriyle, devasa kanepelere yayılan devasa bedenlerin izledikleri devasa TV’leriyle “sistem” bizi rahata batırırken; haneler ödeyemeyecekleri borçları alıyor, iktidarlar hesabı gelecek nesillere yıkarak harcıyor, ülkeler ürettiklerinden fazlasını tüketiyor, uluslararası piyasa balonları patlayana kadar şişiyor ve gezegenin kendisi de, sanki sonsuz bir kaynakmışçasına, kapasitesinin üstünde sömürülüyor. İnsanoğlu, açgözlülüğün kölesi olmuşa benziyor. Ve içinde yaşadığımız çağ, bu açgözlü doğamızı törpüleyen değil, onu istismar eden bir çağ. Böyle bir zamanda, tatminkâr biçimde yaşamak için adeta bir mucize gerekiyor.
Bu mucizelerden biri sanat olabilir.
İnsan Ve Sanat
Bir süredir insanı insan yapan özellikler üzerine düşünüyorum. Değerlerin, inançların, ezberlerin, tecrübelerin, toplumsal hislerin ve bilinen tarihin bugünün insanına etkisini gözlemlemeye çalışıyorum. Çünkü içinde yaşadığımız bu karamsarlık girdabının hissettirdikleriyle; ırk ve tür olarak insanlığın potansiyelini, geleceğin aynasındaki akıbetini, çok bilinmeyenli bu denklemdeki neden-sonuç ilişkisini merak ediyorum. Bu merakımda bana tarih, antropoloji, sosyoloji ve psikoloji bilimlerinin yanı sıra felsefe ve din kavramları da eşlik ediyor. Zira her biri, insanlığın bütününe dair kendine has manzaralar çiziyor. Bu düşünsel serüvende, sanat tarihine de sık sık başvuruyorum. Özellikle resim, edebiyat, müzik ve sinema, insanı anlamak için eşsiz disiplinler. Karşıma çıkan her yeni sanat eserine artık bir de bu açıdan yaklaşıyor, sanat başlığı altındaki üretimin baş döndürücü bir hızda çoğalması ve tam da bu sebeple değer ve nüfuzunun pek çok açıdan azalmasına rağmen, sanatın toplumsal standartları neredeyse siyaset, bilim ve teknoloji kadar (hatta zaman zaman onlardan da fazla) etkilediği gerçeği ile artık daha çok ilgileniyorum. Dolayısıyla insanın tarihsel yolculuğunda sanatın bir iletişim ve “his” aracı olarak etkisini her zamankinden daha çok önemsiyorum. Bu benim teknoloji ve sanat arasındaki -adı henüz konmamış- savaşta tarafımı belli etme refleksimi mi oluşturuyor, pek emin olamasam da insana dair merak ettiğim birçok konuda sanatın bana ilham verici fikirler sunmasını kıymetli buluyorum. Öte yandan bireysel olarak “kendimi keşfetme” süreçlerimde sanatın beni iyileştirme, dönüştürme ve derinleştirme yeteneği karşısında büyülenmeye de devam ediyorum.
Sanatın herhangi bir alanında tarihsel bir perspektif yakalayıp bir süreç analizi ve sebep-sonuç ilişkisi ortaya konulacağı zaman, başlangıç noktasını bizzat insanoğlunun temel davranış ve düşünce sistemine dayamak gerektiği kanısındayım. Çünkü herhangi bir sanat üretimi ve bu üretimin yansımaları, sağlıklı bir değerlendirmeye ancak insan formunun özgüllüğüne hâkim olunduğunda kavuşabilir. Mesela bir edebi eser; o eseri yazan kişinin hayat koşulları, psikolojisi, hedefleri ve ihtiyaçları göz ardı edilerek ya da söz konusu eserin “türü”ndeki müktesebat hiçe sayılarak değerlendirildiğinde, bağlamından kopuk bir bakış açısı yakalanmış olur. Her ne kadar sanat eseri, onu üretenden farklı bir kimlik ve etkinlik kazanma potansiyeline sahipse de, sonuç olarak bir insan zihninden türemiş olduğu gerçeğiyle, o zihnin melekelerine mütenasiptir. Bu da bize sanat eserlerini ve sanat tarihini el alırken, insan doğasının ontolojisi ile dirsek temasını koparmamamız gerektiğini hatırlatır. Dolayısıyla sanatın tüm dalları insan ihtiyaçlarının sonucunda şekillenir, değişir ve anlam kazanır. Antik çağlarda ateşin etrafında toplanıp taşlar ve sopalarla “müzik” yaparak ağıt yakan, “dans” eden, “iletişim kuran” insanoğlu bugün on binlerce türdeşiyle bir araya gelip teknoloji harikası ses ve ışık sistemlerine sahip devasa sahnelerin önünde pyro’lar ve havai fişekler eşliğinde hayatın gerçekliğinden kaçıp farklı boyutlara kapı açmak istiyor. Çünkü bunu “yapabiliyor”. Çünkü müziğin üretimi de, -sakıncalı bir tabirle- tüketimi de insanoğlunun tarihsel (ve evrimsel) ilerleyişi ile bağdaşım gösteriyor. Sözün özü; insanoğlu teknolojiyi, teknoloji de sanatı değiştiriyor.
Sanat Ve Eğlence
Hayatın tüm canlı formları için müşterek olmasının çeşitli sonuçları var. İnsanoğlu için bu sonuçlardan biri, medeniyet kavramının temelini oluşturacak kadar önemli: birey ve topluluk unsurlarının birbirlerine paralel ya da dikey seyrettiği anların farkına varıp yaşam ritmini bu farkındalığa göre ayarlama gerekliliği. Bugün “büyük insanlık resmi” dediğimiz şey, bireysel ve toplumsal iştiraklerin ortak bir eseri. Peki bu neyi sağlıyor? Tüm insanlığın töz olarak bir bütünün, “kendine özgü” parçaları olmasını… Hayatı algılama, hissetme, benimseme ve yaşama biçimlerimiz, işte bu bütünün sınırları ve koşulları ile değişiyor, gelişiyor, sürüyor ve sonlanıyor. Bu kolektif seyir içindeki özgül hâkimiyet, bizi ta ilk çağlardan beri birbirimize mahkûm kılıyor. Beraber yaşama doktrinlerimiz her yeni çağda tam da bu sebeple güncelleniyor ve hayat, her yeni güne tam da bu sebeple yeni maceralar sığdırıyor. Sevincimizi, hüznümüzü, acımızı, coşkumuzu, korkumuzu ve huzurumuzu, kısacası tüm duygularımızı bir arada yaşama kültürü içerisinde tecrübe ediyor, bu tecrübe ile kendimizi “zamana ait” hissediyoruz. Düne, bugüne veya yarına… Fark etmiyor.
Aidiyet meselesi mühim ve çetrefil. Sadece son birkaç yüzyılın “modern” konularından biri değil, ilk çağlardan beri “hayata bir anlam bulma” mesaimizin getirisi. Kendi hayatını, çağın ruhuna göre nitelikli kılmak için elinden geleni yapan birey, bu uğurda çeşitli beraberliklerin, kendi biricik varlığından daha büyük bir değer taşıdığına ikna oluyor ve her yeni çağda giderek gelişen, detaylanan bir “topluluk kültürü” paradigması ortaya çıkıyor. Son yüz yıla baktığımızda, özellikle de iki büyük dünya savaşı sonrasındaki manzara, bize pek çok beşerî kavramın, söz konusu topluluk kültürü paradigmasından yoğun bir şekilde etkilendiğini gösteriyor. İç içe geçerek birbirinin hem sebebi hem sonucu olabilmeyi başarmış sanat ve eğlence, işte o kavramlardan ikisi. Ve henüz o zamanlar adları konulmamış olsa da, toplum prototiplerinin oluşmaya başladığı ilkel zamanlardan bu yana insan hayatının çok önemli birer öznesi.
Eğlence, bize müşterek hayatın bir hediyesi. Yani tek başına, bireysel bir algının ürünü değil. Dolayısıyla işin içine “diğerleri” dâhil olduğunda hakikatini bulan, o hakikat ile yeşerip menşur olabilen bir kavram. İnsan tek başına eğlenebilir mi? Evet. Ama o “eğlence hâli”nin adı, toplumsal bir tefekkür ile konulmuştur. Yani kavramın fiili hâli değil, bizzat anlamı müştereklikten doğmuştur. İçinde bulunduğumuz yüzyılın toplumsal öğreti ve ezberlerine bakacak olursak; eğlence, insan hayatının asıl amaçlarından biri. Sanat ise -diğer tüm özelliklerinin yanı sıra- bu amaca ulaşabilme yolunda kritik bir hamle. Kritik çünkü yolun sonu ve ne kadar süreceği kesin değil. Kesin olan tek şey, bir yolculuk olduğu. Hayatı öğrenmeye, duygu ve düşünceleri sezmeye, kendini gerçekleştirmeye, diğerlerini ve değerlerini görmeye, zamanı benimsemeye dair, nüktedan bir meleke. Bir paylaşım, kendinle veya herkesle. Bir hesaplaşma, yaşamla veya ölümle.
Müzik, işte bu sanat ve eğlence denkleminde belki de en belirgin öge. Tabii eğlenceyi sadece neşeli, müspet bir duygu durumu olarak değil, daha genel açıdan “yaşadığını hissetme” diskuru içerisinde ele aldığımızda (yani hüzünlenmenin de eğlence sayılabileceği algısıyla) müzik bize tüm kapıları açıyor, hepsinin ardından farklı bir dünya sunuyor. Ses çıkaran enstrümanların üretilmesinden o sesin nasıl çıkarılacağının öğrenilmesine, yaratılan müziğin kaydedilip sunulmasından bugün artık çok kolay bir şekilde tüm dünyaya dağıtılmasına kadar pek çok sürecinde kolektif bir çaba olan, her ne kadar bireysel tüketimi giderek yoğunlaşsa da, kolektif tüketimi hâlâ çoğu zaman daha “eğlence odaklı” olan sanatsal bir ifade.
Hikâye Ve Sinema
Modern insanın (yani Homo Sapiens Sapiens’in) son 50 bin yılı, hem bireysel hem de toplumsal açıdan, biraz da iletişimin tarihi. Bugün bu tarihin sözlü mirasından ziyade yazılı mirası üzerinden geliştiriyoruz zaman kavramı ile ilgili genel perspektifimizi. Çünkü “konuşmayı ve dil yaratmayı” icat ederek varlığı ile alakalı en büyük devrimlerden birini gerçekleştirmiş olan insanoğlunun “yazmayı öğrenmesi”; kitlesel iletişimin geleceğe taşınmasında en etkili yöntem olup bu sayede geçmiş ile ilgili daha kalıcı (ve daha etkili) bir algı zemini yarattı. Dolayısıyla geçmişini bilen, o geçmişi yaşamamış olsa bile duyan, hatırlayan, en önemlisi “okuyan” insan; geleceği daha hızlı, daha kapsamlı, daha köklü şekillendirdi. Yani Homo Sapiens, binlerce yıllık “bilinen” tarihi boyunca, konuşma ve yazmadan daha büyük bir icada hâlâ imza atamadı.
Yazı devrimi, özellikle hikâye kavramı konusunda insan zihnine yeni bir boyut kazandırdı. Bu boyut, geçmiş ile olan ilişkimizi hem duygusal hem de mantıksal anlamda derinden etkiledi. Öyle ki; var olma ile ilgili temel felsefeler bile tamamen yazılı miras üzerinden günümüze kadar ulaşan bakış açılarını tetikledi.
Öte yandan; en çok da kitlesel iletişimin kalıcılaşmasıyla alakalı olarak (bkz: Söz uçar, yazı kalır.) “çağ atlatıcı” bir etkiye sahip olan yazı, kapsamını asla bilemediğimiz düşünce ve duygu dünyamızı sınırlayan bir icat aslında. Zira “öğrendiğimiz” dilleri belli başlı semboller üzerinden yazıya döktüğümüzde, akıl ve duygu dünyamızı tamamen aktarabilmiş olmadık. Sadece bu geniş deryadan süzülenleri “belgeleme” fırsatı yarattık. Bildiğimiz kelimeler kadar düşünebildik, öğrendiğimiz diller kadar konuşabildik. Yine de bu sınırlama, iletişim ve hikâye kavramları açısından yazının bireysel ve toplumsal gelişim temelindeki sarsılmaz yerini hafifletmedi. İnsan en çok da diğer insanı “tanımaya” başlayınca kendini keşfetti ve bu tanışıklığın yarattığı anlamlandırma silsilesiyle varlığını ilerletti.
Peki kitlesel iletişim bugün ne ifade ediyor? İnternet teknolojisinin artık her eve, hatta her cebe girmeye muktedir olmasından sonra “TV kaybetti!” dendi. Tıpkı TV’nin her eve girmeye başlamasından sonra “Radyo kaybetti!” denmesi gibi. Bugün internetin, özellikle de sosyal medya devrimi sonrasında kendini yeniden tanımlamasıyla ortaya çıkardığı manzara şunu gösteriyor: Televizyon kaybetmedi, aksine kazandı. Çünkü internet, “okunan” bir şeyden, “izlenen” bir şeye evrildi.
Söz konusu kitlesel iletişim olduğunda olağanüstü bir gelişimi sembolize eden “video” teknolojisi, TV’nin icadından sonra asıl büyük atılımını günümüzde yaşıyor. Zira gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin çoğunluk oluşturduğu günümüz beşerî haritasında internetin yeri her geçen gün artıyor. Bu da her an, her saniye video yağmuru altında olduğumuz yeni bir “medya düzeni” yaratıyor. Gelinen noktada, sosyal medyanın arsızca pompaladığı “ilgi budalalığı”nın, bireylerin kendilerini ifade etme kisvesi altında normalleşmesi; selfie’ler, gif’ler, boomerang’lar ve story’lerle bezeli bir hayat sunuyor. Üstelik bu “arızi ilgi” ve “anında beğeni” toplama odaklı hayat; asıl ihtiyacımız olan pek çok bilgiye, olaya, diyaloğa veya insana dair ilgi, alaka ve dikkat süremizi de azaltıyor. Bugün Facebook, Twitter, Instagram, TikTok ve Snapchat’te (ya da bunlardan sıyrılabildiğimiz “offline” sürede) karşımıza çıkan herhangi bir içeriğe dair dikkatimiz saniyelerle ölçülüyor. Bu kadar çok sekme, bu kadar çok aplikasyon, bu kadar çok bildirim ve bu kadar hızlı akan bir “timeline” ile yaşıyorken, neye ne kadar vakit ayıracağımıza karar vermek giderek zorlaşıyor. Arzularının kölesi olmuş bu çağın insanı, çok şeye bakıyor ama pek azını görüyor. Vine ilk çıktığında “6 saniyelik videoları kim, neden izlesin ki?” deniyordu, bugün internetin kendisi kocaman bir Vine hâline geldi. Bu yeni “video ifratı” altında, sinema sanatının da çetrefil bir sınava tabi tutulduğunu söyleyebiliriz. İçinde bulunduğumuz bu yeni sosyal medya kültürü; “bir şey izleme”nin anlamı, amacı, hedefi, süresi ve niteliği konusunda ciddi değişimler yarattı, yaratmaya devam ediyor. Sinema, söz konusu video içerik olduğunda asla yıkılmayacak gibi duran görkemli bir kaleyi temsil ediyordu ama bugün akıllı telefon sahibi herhangi bir bireyin zahmetsizce kendi video içeriğini üretebilmesi; herkesin bir videostar, dolaylı olarak herkesin oyuncu, hatta herkesin ünlü olduğu bir “Andy Warhol kehaneti”ni mümkün kıldı.
Gelgelelim hikâye hâlâ önemini koruyor. Belki tek tanrı değil ama, “kutsal” bir yanı hâlâ var. Karin Karakaşlı 20 Aralık 2018 tarihli Gazete Duvar yazısında iyi özetliyor: “Hikâyenin ‘Anlatılmayan bir şeyler var ve onu anlatacak olan da benim.’ diye haykıran bir iddiası var. Sesini duyurma, biricik varlığını ilan etme talebi. Var olma ve olduğu hâliyle dünya üzerindeki yerini ayrımcılığa uğramadan, sözde empatilerle ambalajlamadan en çıplak hâliyle ilan etme iradesi. Hikâye yazının değil, sözlü tarihin mirası. Toprağın, taşın, uluyan hayvanın dili. Muhatabını arayan bir emanet. O yüzden hikâyenin hakkı olan karşılıklı ve koşulsuz güven içinde yeşermek. Veren kadar alana sorumluluk yükleyen koca bir hayat dersi.”
Sinema; bu kısa dikkat çağında, bu sağanak video yağmuru altında, en verimli içeriklerini iki zıt kutuptan çıkarıyor. Ya bizzat yaşanmış ve gerçekleşmiş olaylardan ya da fantastik, gerçeküstü, bilim kurgu hikâyelerden.
Beyaz perde; sayısız cevabın yanı sıra, hikâye ve gerçeklik kavramlarıyla alakalı pek çok soru işaretini de zihinlerimize armağan eden bir icat. Hayatlar ve hayaller bu perdeye bakanların öğrendikleriyle zenginleşirken, perdenin kendisi de bizzat hayatlar ve hayaller tarafından besleniyor. Bireyin anlam ve gerçeklik arayışında sinema, özellikle 20. Yüzyıl şartlarında bir mesih gibi toplumlara yol gösterdi. Bu serüvenin ilham kaynakları arasında, ünlülerin hayatları da her daim ilgi çekti. Sinema ve teknoloji el ele vererek işi fantastik boyutlu içerikler konusunda muazzam noktalara taşımış olsa da; bugün pek çok araştırma, yeni nesil izleyicinin “yaşanmış olaylara” karşı ilgisini kaybetmediğini gösteriyor. Hollywood’un “gerçek olaylardan esinlenilmiştir” ibaresi işte bu yüzden sıcaklığını koruyor. Ve yine bu yüzden, günümüzde belgeseller altın çağını yaşıyor ve biyografiler daha önce hiç olmadığı kadar sık karşımıza çıkıyor.
21. Yüzyıl şehirli insanının içsel dilemmaları genellikle; hızlı, yoğun ve fakat uçucu gündelik hayatının dar perspektifi ile varoluşsal tefekkürünün derin ve ağır soruları arasında salınıyor. Bu salınma bize merakı, şüpheyi ve endişeyi çağırıyor. Bugün ve yarın arasındaki fark, dün ve bugün arasındakinden fazla artık. Tarih hızla bir gaibe doğru sürükleniyor ve bir sonraki gün işte bu miras ile başlıyor. Öte yandan bu salınma; aklımıza gelen, kanımızı kaynatan, hayal gücümüzü tetikleyip bizi ayağa kaldıran her türlü motivasyonun da altında yatıyor. Aksi halde sadece çalışmak için yaşayan köle topluluklardan ibaret olurduk. Ama öyle değiliz. En azından hepimiz. Çünkü (ve neyse ki) bu salınma canımızı sıkıyor, aklımızı karıştırıyor ve zaman zaman nefes bile aldırmayacak gibi oluyor da, “Bu hayatı nasıl yaşamalıyım?” sorusunu getirip tam önümüze koyuyor. Bu azade ve müstehzi çırpınış, zihnimizdeki her kapının ardından bize el sallıyor. On binlerce yıldır cevabını arıyoruz. Evet, belki sarsıyor ama bir yandan da “yaşadığımızı” hissettiriyor. Bu konuda eskilerle en büyük farkımız; hiçbirinin vakıf olamadığı bir bilebilme hızına sahip olmamız. Öğrenme yetimiz belki değişmiyor, ama elimizin altındaki bilgi deryasıyla yaşadığımız hayata yüklediğimiz anlamların ya da anlamsızlıkların hızı, akrep ve yelkovanı kıskandırıyor.
Neyse ki bu çılgınlığın iyi tarafları da var; insanın kendini ifade etme dürtüsü hiç olmadığı kadar gelişmiş durumda. Çünkü bu her zamankinden daha “önemli” ve kolay. Kapitalizm hepimizi bir şekilde bu noktaya çekti. Bu da -beraberinde getirdiği birçok yan sorunu (mesela fark edilme telaşı ve taşkınlığını) göz ardı edersek- aslında sanatın hanesine artı puan olarak yazılıyor. Sanat bu çılgınlıktan olabildiğince mutantan bir şekilde faydalanıyor. Nüfuz etmediği olgu, his ve düşünce kalmıyor. Değeri ve etkisi tartışılır, ama üzerinde dolaştığı beşerî harita her geçen gün genişliyor. Dolayısıyla, sanat bize her zamankinden daha çok “el uzatıyor”. Belki eskisi gibi “dünyayı değiştirme” hayali aşılamıyor, ama hâlâ bizi besliyor ve her yeni güne başlarken sırtımıza yüklenen miras ile yaşamayı bir “intihar sebebi”nden “sürdürülebilir, alışılan bir ağrı”ya çevirmeyi başarıyor.
Edebiyat ve sinema, bu çılgınlığın en belirgin hissedildiği dallar olarak öne çıkıyor. Hem kimyasal hem de yapısal özellikleri sayesinde diğer sanatlara nazaran yeniliğe ve geleceğe en hızlı uyum sağlayan iki meram, iki doktrin olarak farklı bir konumdan insanlığa sesleniyor.
Sinemanın muarız doğası ve mütenasip anomalisi, 21. Yüzyıl şehirli insanının içsel dilemmalarını teşhis etmede ve hatta çözümlemede bize pek çok olanak sunuyor. Son 60 yıldır etrafında oluşan vahşi endüstriye ve bu endüstrinin dünyanın genel kültür atmosferi ile olan çarpık ilişkisine rağmen; sinema düne, bugüne ve yarına dair söyleyecek yeni ve etkileyici sözler bulmayı hâlâ başarıyor. Bu “yeniliği” bazen salt içeriği ile, bazen bakış açısı ve mesajı ile, bazen teknik yapısı ile bazen de hedefine koyduğu hisler ve meseleler ile sağlıyor. Yine de bugün hâlâ sarsılmaz gibi duran sanatsal etkisini yalnızca yenilik fikriyle elde etmiyor. Bazen de kadim konular üzerinde serbest denemeler ile muhatabını olduğu yerden alıp bambaşka bir noktaya taşıyabiliyor.
Yapay Zekâ Gelişirken
Tüm bu yoğun medya / içerik / bilgi / fikir bombardımanı içerisinde, bir kavram giderek daha fazla dikkat çekiyor: Geleceğin bize armağan ettiği en büyük soru işaretlerinden biri olan “yapay zekâ”, tüm gizemiyle öncül sarsıntılarını yollayarak varlığını hızla büyütüyor.
Sanatın en derin içgüdülerinden biri olan hikâye anlatıcılığı, içinde bulunulan çağın dinamikleriyle değişmeye devam ediyor. Asırlar önce mağara duvarına suret kazıyan insan ile, bugün bilim kurgu filmi çeken insanın temel ihtiyaçları hâlâ aynı olsa da algısal refleksleri, tarihsel birikimleri ve toplumsal sınırları arasında uçurumlar var. Anlatılan hikâyenin içeriği, kurgusal düzlemde ezberleri zorlamaya başladıkça bilimi besledi, o bilim gelişip endüstriyi ilerlettikçe de kalemi eline alan insanın hayal gücü, bilim ve kurguyu birlikte dans ettirmeyi keşfetti. Bu keşfin en mistik, en ekstrem anları ise çoğu zaman yapay zekâ konularından ibaretti. Bu konular, edebiyat ve sinemanın hem bereketli hem de -hâlâ- vahşi ormanlarını temsil ediyorlar. Önce bilim kurgu denen türün kendi sınırlarını çizmesi gerekti, ardından bu sınırların en ucundaki yapay zekâ konusu giderek daha büyük bir arzu nesnesi hâline gelip odağa yerleşti. Yetmedi, karşı konamaz bir çekicilikle satırlardan, makaralardan ve kodlardan taşarak hayatı kapladı, gelecekle ilgili pek çok bilinmezin başrolünü kaptı.
Günün sonunda yapay zekâ; endüstri devrimi sonrası felsefe ile mühendisliğin kol kola girip hayal gücü ve bilimin hizmetine sunduğu “sıcak” bir kara kutu. Üstelik bugün bağımlısı olduğumuz pek çok ürün ile bizi kendine alıştırmaya başladı bile. Öte yandan, cevaplanması şimdilik imkânsıza yakın pek çok soru da taşıyor cebinde: Bu “kavram”, insan gelişiminin mi, yoksa kibrinin mi bir sonucu? Bildiğimiz anlamda bugünkü insan formu; biyolojik, anatomik ve felsefi olarak evrimin hangi noktasında? Bu nokta, kendinden bağımsız bir zekâ yetiştirmek için yeterli mi? İnsanın kendinden daha zeki (ya da en azından kendisi kadar zeki) bir “tür” yaratması iyi bir şey mi? Ruh, yapay zekânın bir eksikliği mi? Pek çok dâhilî ve harici etkene göre “ağırlığı” değişen insan psikolojisi, yapay zekânın bir konusu mu? Modern insanın günlük hayat dinamiklerinin pek çoğunda hâlâ etkisi olan inanç kavramı (dini düsturlar, yaşam motivasyonu vb.) yapay zekâ için bir handikap mı? İnsanların bir arada yaşayabilmesindeki temel anahtarlardan biri olan ahlak miti ve yüzyıllar içinde evrilmiş etik değerler, yapay zekânın var oluş denkleminde yer alır mı? Yapay zekâ ile bir arada yaşamak, bir noktadan sonra insanın zihinsel gelişimini -iyi ya da kötü- etkiler mi? Her iki senaryonun da facia sonuçları olur mu? Yapay zekânın “yaşam hakkı” sorgulanır mı? İnsan, kendinden zeki bir varlığın boyunduruğu altına girer mi? Bu durum, insan ırkının sonu olur mu? Tüm bu sorular ve elbette çok daha fazlası “yapay zekâ, felsefe ve bilim” ana başlığı altında değerlendirilip tartışılabilir. Tartışılamayacak olan ise; artık yapay zekâsız bir hayatın imkânsızlaşmaya başladığı bir “geçiş çağında” olduğumuz.
100. Yılında Türkiye: Neydi, Ne Oldu, Neredeyiz?
Ve bu geçiş çağında biz Türkiye’deyiz. Özünde emperyalizm karşıtı, güçlü bir ulus motivasyonu da barındıran olağanüstü bir süreç sonucunda 1923 yılında adı konan, bir batılılaşma projesi olarak da dikkat çeken Türkiye Cumhuriyeti’ndeyiz. 100 yıldır doğum sancısı bitmeyen bir ülkedeyiz.
600 küsur yıllık imparatorluğun çökmesine sebep olan pek çok etmeni yerle bir eden bir anlayışla temelleri atılan bu proje; demokratik yaşamın Anadolu topraklarında mümkün olabileceğini, doğu ve batı arasında kültürel ve siyasi bir denge tutturulabileceğini kanıtlamak gibi önemli ve çok ağır sorumluluklar ile başa çıkmaya çalışıyor 100 yıldır. Peki tüm bu sorumluluklara gerek var mı? “Coğrafya kaderdir” bakış açısıyla ele alırsak, var. “Her toplum, hak ettiği şekilde yönetilir” diskurundan ele alırsak, yok. Türkiye’nin ilk günden beri sağlayamadığı ideal demokrasi ortamı, 21. Yüzyıl’da bile farklı düşüncelerin birbirlerine tahammül etmelerini engelliyor. Dahası, fikrî ve fiziki çatışma ortamı hiç dinmiyor.
Dile kolay, 623 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun tabutuna son çivileri çakan I. Dünya Savaşı’nın olağanüstü şartlarında, neredeyse mucizevi bir şekilde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, sadece anti-emperyalist bir kimliğe dayandırmadı fikri temelini, aynı zamanda Osmanlı’dan yadigâr Türk toplumuna din temelli değil ulus temelli bir ülkü kazandırmak ve bu bağlamda -Osmanlı’nın Tanzimat reformlarının oluşturduğu ivmeyi de kullanarak- Batı “kıbleli” (ama tam bağımsız) yeni bir medeniyet oluşturmak gayesi de taşıyordu. Bugün gelinen noktada, sayısız yol kazasının -doğal ve / veya doğal olmayan hallerle- yaşandığını görüyor ve kuruluş saiklerinde yer alan bu toplum mühendisliğinin ne ölçüde başarılı olduğunu pek kestiremiyoruz. Özellikle de 1980 darbesinden bugüne yaşananlara baktığımızda… Anadolu uygarlıkları tarihi bize söylüyor ki; bu toprakların jeopolitik konumundan kaynaklanan “iki aradalık” hissi çoğu zaman hem siyasi hem beşerî alanlarda geçerli ve hatta birincil meselelerden biri. Doğu ve batı arasında olmaktan kaynaklı bu özel durumu Osmanlı’nın da (özellikle son 200 yılında), Türkiye’nin de yer yer zenginlik, yer yer sıkışmışlık olarak idrak ettiği vaki.
Yakın tarih özelinden ele alırsak, 1980 darbesi sonrasında ortaya çıkan manzara ile artık yadsınamayacak bir şekilde netleşen gerçek, Türkiye’nin tek bir ideolojiye angaje siyasi ajanda ile yönetilemeyecek kadar çetrefil bir toplumsal yapıya sahip olduğu gerçeği. Atatürkçülük bayrağı altındaki Kemalist yöntemler ile kadrini dini referanslara (bu bağlamda sık sık Osmanlı’nın “dönemsel görkemine”) dayandıran muhafazakâr yöntemler arasında salınan, sağ ve sol diskurların merkeziyetçilik manevralarıyla oy kazanma gayretlerine saplanan, her iki tarafın da zaman zaman uğradığı güçlü duraklardan milliyetçiliğin giderek başlı başına siyasi bir söyleme evrildiği, iktisadi monopolün sınıfsal bir amaç hâline geldiği, demokrasi, teokrasi, otokrasi ve monarşi doktrinleri arasında var olmaya çalışan bir fikri mücadele, ‘80 darbesi sonrası Kürtlerin de pek çok açıdan iyice belirginleşen siyasi varlıklarıyla daha derin bir hâl aldı. Bu durum, kronikleşmiş doğu-batı çatışmasını budaklandırdı ve sanayi toplumu hedefli atılımların çoğalmasıyla paralel olarak hızlanan göç hareketi ve çarpık şehirlileşme ile toplumsal yapıda yepyeni kılcal damarlar yarattı.
Türkiye’nin hem kültürel hem siyasi açıdan hem de bu ikisinin bazen sebebi, bazen de sonucu olarak ekonomik açıdan farklılaşan sınıfları arasındaki uçurum, 1980 sonrasındaki neoliberal manzaraya ana akım medyanın da yadsınamaz müdahalesiyle iyice cisimleşti, güncel siyaset giderek popülizm batağına saplandı ve sonucunda kaçınılmaz olarak toplumsal kutuplaşmalar -özellikle de 2000’li yıllarda AKP’nin resme dâhil olmasından sonra- giderek artan bir şiddetle hayatımızın hemen her alanına sızdı. Siyasal İslam’ın iktidarlıktan “hükümdarlığa” geçtiği 2010’lu yıllarda benimsediği “rövanşist” söylem ve bu bağlamda milat kabul edilebilecek 2013 Gezi Parkı Direnişi’nden sonra giderek artan faşizan yönelimlerle yürütmenin yapısını değiştirmesi (bkz: “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” kisvesi altındaki istibdat yöntemi) ile tüm bunların cumhuriyetin ilk 20-25 yılındaki Kemalist cunta despotluğu ve sonrasındaki 25-30 yıla da sirayet eden vesayet rejiminin doğal bir sonucu olduğu düşüncesi arasındaki amansız çatışma ve yine 1980 sonrasında artık halının altına süpürülemeyecek hacme ulaşmış Kürt-Türk ayrımcılığının bir türlü demokratik zemin üzerinden çözümlendirilemiyor olması ise bugün içinde olduğumuz pek çok krizin asli sebeplerini oluşturdu.
Bireylerden oluşan toplumların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip oldukları yönetim biçimine demokrasi diyoruz. Çoğunluğun tahakkümü, azınlığın ayrıcalığı gibi ayrımcı ve uzlaşmayı zedeleyici dinamikler olmadan, düşünce özgürlüğü ve bağımsız adalet olgularıyla yan yana geldiği anda kusursuz işleyebilecek bir model bu. Fakat ilk kelimenin altını tekrar çizmekte fayda var: birey. Çağlar boyunca teokrasi, oligarşi, meşrutiyet, monarşi, otokrasi ve özerklik gibi pek çok yönetim şeklinden geçmiş, evrimin ve ilerlemenin sonucunda giderek ideal olana yaklaşmış Anadolu topraklarında, cumhuriyet ve demokrasi fikirleri hâlâ ayakları tam olarak yere basamayan kavramlar. Cumhuriyet ve demokrasinin “kapıdaki düşman”lıktan, bir çağdaşlık yükümlülüğüne evrilme süreci Mustafa Kemal’in başrol oynadığı devrim sayesinde, biraz da “mecburen” oluyor (Buna “tepeden inme” diyen de vardır, “silah zoruyla” diyen de.) ve bu sebeple birey kavramı, Anadolu toplumunun hücrelerine yeterince sızmadan, yepyeni bir gün doğuyor. Ortada -nispeten- kolektif mücadeleyle kazanılmış bir toprak olsa da, bireyciliğin kabul görmesiyle benimsenmiş bir demokrasi kazanımından söz edemiyoruz. Tebaa ve ümmet geleneğiyle yetişmiş nesillere birey elbisesini giydirmeye çalışan Türkiye Cumhuriyeti, bu konuda pek çok yol kazasına da (bkz: Askeri darbeler) uğruyor ve bu kazalarda çok kurban veriyor. Üstelik hepsinin mezarında aynı şey, “demokrasi şehidi” yazıyor.
Ülkenin doğum sancısının bitemiyor olmasının en önemli sebeplerinden biri; demokrasi fikrini tam olarak benimseyememiş cumhuriyet nesillerinin, yönetim şekli olarak “farklı olanı susturma” refleksine sahip olması gösterilebilir. Bu farktan kasıt; yeri gelince etnik köken oluyor, yeri gelince dini inanış ya da siyasi bir fraksiyona yakınlık / bağlılık. Çoğunluğun tahakkümü Türkiye’nin resmi ideolojisi olunca, başa hangi fikir geçerse, eline “sopayı” o alıyor. Dolayısıyla ideal bir demokrasiden bahsetmek imkânsızlaşıyor ve kaçınılmaz olarak bir çatışma ortamı hasıl oluyor. Uzun süre sağ ve sol olarak ayrılan iki temel siyasi düşünce, aslen temelinde Batılılaşma ve Doğululaşma hareketinin temsillerini barındırıyor. Peki birey kavramının bir doğal ihtiyaç olarak, adeta bir oksijen gibi solunmadığı bu coğrafyada, hangi demokrasiden bahsedebiliriz?
Genel anlamıyla bireycilik, kişinin özgürlüğüne ağırlık veren ve kendine yeterli, kendi kendini yönlendiren, görece özgür insanı ya da benliği vurgulayan siyaset ve toplum felsefesini ifade ediyor. Her şeyden önce insanlığın toplumsal birliklerden değil, bireylerden oluştuğu düşüncesine dayanıyor. Bireyler, biri diğerinden ayrılamaz ve indirgenemez varlık özelliği taşırlar. Duygulanımları, hareketleri ve düşünceleri tamamen kendilerine aittir. Bireycilik, bir değerler sistemi olduğu kadar, insan yapısıyla ilgili bir kuram, genel bir davranış biçimi ve belirli siyasal, ekonomik, toplumsal, dinsel düzenlemelere yönelik inanç anlamına da geliyor. Davranış biçimi olarak özgüvene, gizliliğe ve başka bireylere saygı göstermeye büyük önem veriyor. Prensip olarak baskıcı otoriteye ve -özellikle devlet tarafından uygulanan- özgürlük kısıtlamalarına karşı çıkıyor. Ayrıca “ilerleme”ye inanıyor, ilerlemenin bir aracı olarak da bireye farklı olma hakkı tanıyor. Yani bugün miting meydanlarında bağırılanın aksine, “bir olmayı” reddediyor. Bireyciliği savunanların çoğu, devletin insan yaşamına mümkün olduğunca az karışması gerektiğine, sadece insanların birbirleri arasındaki fiziksel çatışmaları önlemek ve gönüllü olarak varılmış anlaşmaların uygulanabilmesi için yasaları koruma görevini üstlenmek zorunda olduğuna inanıyor. Bireycilik, devleti “zorunlu bir olumsuzluk” olarak görüyor ve “en iyi yönetim, en az yönetimdir” sloganını benimsiyor. Şimdi… Tüm bu bireycilik tanımlarından sonra, Türkiye gibi düşünce özgürlüğünün adeta can çekiştiği bir ülkede, ideal demokrasiden bahsedilebilir mi? Birey olma hakkını kendinde görmeyen, bir tebaaya ait hissetmekten aldığı güçle “diğerine” karşı susturucu ve -imkânlar dâhilinde- yok edici davranış biçimi benimsemiş (ya da benimsetilmiş) “kalabalıklar” gerçekten bu çağın ideal manzarası olabilir mi?
19. Yüzyıl’dan itibaren güç kazanan ve günümüzde dünya üzerindeki en yaygın yönetim şekli olan demokrasi; geçerliliğinin ne kadar devam edeceği değil, hangi çeşidinin geçerli olacağının belli olmadığı bir sistem olarak tartışılıyor artık. Bugün liberal, komünist, sosyalist, muhafazakâr, anarşist ve faşist hareketlerin çoğu, kendi sistemlerinin erdemlerini ön plana çıkarmaya çalışırken demokrasi çatısı altına sığınıyorlar. Bu sebeple demokrasinin çok sayıda farklı tanımı ortaya çıkmış durumda. Söz konusu Türkiye olduğunda bir temsilî demokrasi görüyoruz: toplumun egemenlik hakkını doğrudan değil de seçtiği temsilciler aracılığıyla kullandığı bir demokrasi uygulaması. (Doğrudan demokrasinin uygulandığı birkaç kanton dışında tüm modern demokrasilerde yürürlükte olan model.) Temsilî demokraside halkın seçtiği temsilciler, meclis ya da genel anlamıyla parlamento olarak adlandırılan yerde, halk adına kararlar alırlar. Bu temsilcilere milletvekili ya da parlamenter denir. Milletvekilleri belirli sayıda ve belirli bir süre için seçilirler. Kâğıt üzerinde ideal toplum düzeni fikrine -en azından- “olanak sağlayan” bu sistem, bir süredir büyük bir tehdit altında. Bugünün dünyasının yakasına yapışan bu tehdidin adı popülizm.
Bizde zaman zaman “halk yağcılığı” olarak da adlandırılan bu kavramı; toplumdaki seçkin bir tabaka tarafından halkın çıkarlarının bastırıldığını ve engellediğini varsayan, devlet organlarının bu seçkin tabakanın etkisinden çıkarılıp halkın yararına kullanılması gerektiğini söyleyen siyasi bir felsefe veya söylem biçimi olarak özetleyebiliriz. Dolayısıyla “popülist” bir kişi, konuşmalarını “sokaktaki adam”ın ekonomik ve sosyal gereksinimlerine yönelik olarak hazırlar. Popülist hareketlerin liderleri çoğunlukla “bazı mihrakların” gücüne karşı koyacaklarını, “yozlaşmış” seçkinleri temizleyeceklerini ve “önceliği halka“ vereceklerini söylerler. Popülizm genelde rejim karşıtı siyaset içerdiği gibi; özellikle sağ eğilimlerde milliyetçilik, jingoizm, ırkçılık veya köktendincilik ile birleşebilir. Popülistlerin çoğu ya ülkenin belli bir yöresine ya da toplumun belli bir sınıfına (emekçi sınıf, orta direk veya köylüler / çiftçiler gibi) hitap eder. Kullandıkları söylem sıklıkla ikilik ve kutuplaşma yaratma üzerinedir ve bunu yaparken halkın çoğunluğunu temsil ettiklerini söylerler.
Distopyaya Ne Kaldı?
100. yılında Türkiye’yi kabaca özetlemeye çalışırken akla gelmesi kaçınılmaz bir kavram var: “distopya”. Ve sanki toplumsal (hatta küresel) dürtülerimiz bizi bu kavramla ilgilenmeye giderek daha çok yaklaştırıyor.
Fakat distopya kavramını ele almadan önce, bu kavramın ortaya çıkış nedenine, yani tam zıddına uğramamız gerekiyor: Ütopya. “Aslında olmayan, tasarlanmış ideal toplum” anlamıyla özetlenebilecek olan bu kavram, bugün gerçekleşmesi imkânsız toplum tasarımlarını tanımlamak için kullanılıyor. Köken olarak Yunanca “yok / olmayan” anlamındaki “ou”, “mükemmel olan” anlamındaki “eu” ve “yer / toprak / ülke” anlamındaki “topos” sözcüklerinden türüyor. Kullanımı ise Thomas More’un 1516’da yazdığı “De Optimo Reipublicae Statu deque Nova Insula Utopia” isimli kitabıyla yaygınlaşıyor. Ütopyalar üzerine görüşler ise iki biçimde ortaya çıkıyor. Bir kısmı özendirici, istenen nitelikte; diğer kısmı ise korkutucu, ürkütücü olarak nitelendiriliyor. İşte “distopya” kelimesi de bu ikinci küme için ortaya çıkıyor. (Yunanca bir ön-takı olan “dys” / “dis”; “kötü”, “hastalıklı” ya da “anormal” anlamını taşıyor.) Platon’un “Devlet ve Yasalar”, Etienne Cabet’nin “Icaria’ya Yolculuk”, Campanella’nın “Güneş Ülkesi”, Edward Bellamy’nin “Geçmişe Bakış”, William Morris’in “Olmayan Yerden Haberler”, Francis Bacon’ın “Yeni Atlantis” ya da Farabi’nin “El-Medinet’ül Fazıl”da ele aldığı ütopya kavramı, zaman içinde edebiyatta distopik bir kurgu fikrini de güçlendiriyor ve başlı başına “distopya yazını”nı oluşturacak derin bir külliyat oluşuyor. Bu külliyatın, ütopya yazınından daha popüler olması ve zaman içinde sanatın farklı alanlarında ütopya içeriğine oranla daha yoğun üretime alan sağlaması ise distopya kavramının -kabaca bir özetle- insanlık için daha “ilgi çekici” olduğu sonucunu ortaya çıkarıyor. Bu ilgi çekiciliğin temelinde ise distopya fikrinin, ütopya fikrine oranla daha “mümkün” olduğu hissi yatıyor. Çünkü ütopya, kelime anlamı dolayısıyla ulaşılması mümkün olmayan bir alternatif gerçekliği ifade ederken; distopya, köklerini gerçekliğe salmış bir korku kurgusu olarak yükseliyor. Ulaşılması mümkün olanın, var olanın negatif yönleri ile değerlendirildiği bir tutumda ve gidişatın negatife olduğu kabulünde vücut buluyor.
Ve sanki hâlimize, ahvalimize de uyuyor.