Gerçeğin Dekadansında Kurgunun Mahiyeti

Doğru hiçbir zaman “tek” olmasa da gerçek çoğu zaman öyleydi. Teknoloji bu durumu değiştirmek üzere… Ve kurgu artık her zamankinden daha netameli, daha azade.

Zamanın ruhunu belirleyici dönüşümlere ev sahipliği yapabilen bazı temel kavramlar var. Hayatın nasıl algılanacağı, öğrenileceği ve yaşanılacağı konusunda zihne yol arkadaşlığı eden, kendi anlamları doğrultusunda epistemolojik çapaları üzerinden geçmişi, bugünü ve yarını resmedebilen, yine de onca maharetlerine rağmen sadece paradigma değiştirme melekeleriyle anılma riskini beraberinde getiren bu kavramlar, her yeni çağda önemli ölçüde yenilenme, bu bağlamda güçlerini ve etki alanlarını yeniden inşa etme kudretine sahiptirler. Gerçek ile kurgu, işte o kavramlardan ikisi. Ve aralarındaki çetrefil ilişki, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar belirsiz bir geleceğin gölgesinde gerçekleşiyor bugün. Neyin gerçek, neyin kurgu olduğu; teknolojinin sağladığı imkânlar, koşullar ve olanaklar doğrultusunda, daha önce hiç olmadığı kadar muammalaşmış durumda. Ve bu aidiyetsizleştirici meçhuliyet, her geçen gün şiddetini arttırmakta. Peki insanlık böylesi görkemli bir tehlikenin ne kadar farkında?

Gerçek ve kurgunun bugün içinde yaşadığımız küresel, kaotik paranoyada ne ifade ettiğine yoğunlaşmadan önce, söz konusu iki kavramın direkt ya da dolaylı etkileşimine, algılarımız üzerindeki tahakkümlerine ve felsefi yetilerine değinmenin sağlıklı bir girişim olacağını düşünüyorum. Ve fakat daha da öncelikli olarak; insan ve hayat denkleminde iletişim, ifade ve sanatın konumuna, kalibrasyonuna, terkibine değinmek gerekir. Zira insan için temel olan iletişimdir. Hayatı, iletişebildiğimiz oranda yaşarız. İfade ve sanat ise algımızın ürünleridir. Bu bağlamda gerçek ile kurgu arasındaki ilişki, her şeyden önce iletişim niteliğimizin potansiyeliyle netleşir.

İletişim; bir alıcı ile vericinin söz konusu olduğu sosyal bir olgu. İki ya da daha fazla kişi arasında oluşan, duygu ve / veya düşünce iletimi yoluyla gerçekleşen bir süreç. İfade; alıcı ile verici arasında yazılı, sözlü ya da görsel yolla sağlanan iletişimin en önemli unsuru. Sanat ise tarih boyunca insanın önce kendini ifade etmede, sonra da hayatı anlamlandırmada kullandığı en özel araç. Sayesinde duygularını, düşüncelerini ve hayallerini dışa vurarak forma dönüştüren insan, bu yolla bir göstergeler dizgesi oluşturur, iletişimin var olabilmesi için gerekli olan bu göstergeler (bkz: işaretler, semboller, sesler, beden hareketleri vb.) aynı zamanda sanatsal ifadeyi eyleme kavuşturur.

İletişimde sözlü ve sözsüz ifade yolları vardır. Sözlü iletişim; dil üzerinden kurulan, açık ya da örtük anlamlar içeren bir iletişim tarzıdır. İnsan, evet, konuşan bir varlık ancak konuşmadan önce ses çıkarmış, resim yapmıştır. Bir iletişim aracı olarak resim yapmak, dilden çok daha eskidir. Hakeza ses ve beden kullanımı da sözsüz iletişim tarzı olarak dilden öncedir. Bu tür iletişim, gerçeğe daha yakın olduğundan daha etkili olsa da yoruma açık ve belirsizdir. Sözlü ve yazılı iletişim sayesinde insan, gelişimini hızlandırmış ve uygarlığın anahtarını elde etmiştir.

Kendini ifade etme ve sağlıklı iletişim kurabilme, insanı diğerlerinden ayıran kişisel bir niteliktir. Sağlıklı iletişimin amacı, duygu ve düşünceleri ifade etme yoluyla hayatı daha iyi yaşamak olduğundan, öncelikle kişinin kendini tanıma sürecinden geçmiş olması gerekir. Örneğin düşünmek, insanın en önemli yetisi olsa da düşünceyi doğru, anlaşılır ve etkili bir şekilde ifade edebilmek, bu sayede düzgün bir iletişim kurmak eğitim ve kültür işidir. Bu nedenle çocuk yaşlarda başlayan, önce konuşma, ardından da okuma-yazma eğitiminin yanı sıra sanatsal ifade alanlarının da eğitim amaçlı kullanılması, sağlıklı bireylerin -ve dolayısıyla sağlıklı toplumların- yetiştirilmesinde destekleyicidir.

İnsanın iç dünyasında duyum, algı, imge, sembol gibi unsurların girift bir bütünlük oluşturduğunu gözlemleriz. En çok da sanatsal çalışmalarda ortaya çıkan bu girift yapı bize bir ayrışma olarak yansır ve anlama, anlatma faaliyetlerine zemin yaratır. Çevremizi algılamak için önce olanları duyumsamamız gerekir. Duyu organları aracılığıyla oluşan duyum, dışarıdan gelen uyaranları doğrudan beynimize iletir. Duyumsama, özetle şu şekilde gerçekleşir: Duyu organlarımızda alıcı adı verilen (reseptör) hücreler vardır; bu hücreler bağlı oldukları nöronlara (sinir hücreleri), nöronlar da bağlı oldukları beynin bölgesine uyarıları aktarırlar. Beyin bu iletileri zihinde anlamlı bir hâle getirir ve “algılama” gerçekleşir. Sonuç itibarıyla duyum olmadan hayatı algılayamayız. Sanatsal eylemlerde de duyumsama yine ilk sıradadır. Örneğin bir resim ya da heykel karşısında aldığımız “estetik haz” bir duyuma dayanır.

Algı ise duyumların beyin tarafından yorumlanması, anlamlandırılması meselesidir. Diğer bir deyişle, duyumlar algılarımızın hammaddeleridir. Algılama, imgeleri meydana getirir. Dış dünyadan kaynaklanır, beyinde kavramsala evrilir. Bir resme baktığımızda o resme konan ögelerin sanatçının kafasındaki imgelerin bir ürünü olduğunu anlarız, bu sadece görsel bir algı sonucu oluşmaz, aynı zamanda kişinin geçmiş yaşantılarının izlerini barındırır. Nesneleri algılarken çevresinden bağımsız olarak algılamayız, nesnenin kendisi kadar çevresi de algıda belirleyicidir. Ayrıca kişinin sosyokültürel durumu da algıyı belirleyen önemli bir faktördür. Öte yandan algı, beynimizi (ve gerçeği) zaman zaman yanıltabilen bir şeydir. Bir kişiyi, olayı ve / veya olguyu olduğundan farklı algılamak, çeşitli zaman aralıklarında başımıza gelebilen bir deneyimdir. Dolayısıyla algılarımızdan her daim emin olmamak ve sıklıkla onları teyit etmek, sağlıklı iletişim adına elzemdir.

Tüm bunların ışığında iletişimin ve kendini ifade etmenin en özel yolu olan sanata, onun üretim sürecine değinecek olursak… Yetenek, yaratıcılık ve ilham, bu bağlamda önemli meselelerdir. Yaratıcılığı, duyumsama ve düşünme sistemlerinin yanı sıra çeşitli malzemelerin kullanımıyla gerçekleştirilen yeni bir ürün ortaya çıkarma olarak tanımlayabiliriz. Üreten kişi için yetenek önemli bir kazanım olmakla beraber, yaratım içsel durumların bir dışa vurumu, bir ifadesi niteliğindedir. Bu sebeple yeteneğin tanımı her sanat alanı ve hatta her üretim için farklı spektrumlarda yeniden ele alınabilir. Yeteneğin tek bir doğrusu, tek bir tanımı, tek bir ölçüsü ve kıstası yoktur. Sanatsal üretim sürecinde kişi hayal gücünün de yönlendirmeleriyle araştırma, bulma, keşfetme gibi evrelerden geçerek uyumlu bir form yaratır. Bu noktada doğuştan gelen yetilerin kullanımı, yaratma sürecini olumlu etkileyen bir faktör olsa da ürünün nihayetini kazanmasında “olmazsa olmaz” niteliğe sahip değildir. Bu anlamda yaratma bir bileşim işidir. Doğanın gereçlerini kendi dağarcığıyla besleyerek özgün bir biçim ortaya çıkarabilen sanatçı, bizi insanlığımızla ilgili derinliklere taşır, muteber bir bakış açısı ve kuramsal bir dünya oluşturur. Varoluşumuzun aynası olan bu üretim, pür ve tek olduğu oranda bizi gerçeğe ulaştırır. İlham ise yetenekten daha esnek ve daha belirsizdir. Bir o kadar da önemlidir. Zira “nereden başlanacağı” konusu, çoğu zaman tüm gidişatı ve ürünün nihayetini etkileyecektir. Çalışmaya sebep olan “ilham perisi” dışsal bir etkiden var olabileceği gibi, içsel kaynaklardan da çıkıp gelebilir. Genelde hayal kurma, zihinde canlandırma gibi içsel durumlar, yaratmanın kökenini meydana getirir. Bu bağlamda ilham; özne ile nesnenin bütünleştiği, tüm duygusal ve düşünsel kaynaklardan yararlanan bir çeşit duygu taşkınlığı olarak görülebilir. Ya da içsel ihtiyaçlarla ortaya çıkan bir itilimdir de denebilir. Çalışma, pratik yapma, meleke kazanma ve uzmanlık ise ilhamın en büyük tetikleyicileridir. Bu noktada sanatçının kişiliği de önemli bir etkendir. “Bir insanı diğerlerinden ayıran duygu, düşünce, tutum ve davranış özelliklerinin tümü” olarak tanımlayabileceğimiz kişilik kavramı; olgunlaşma ve öğrenmeyle beraber bireyleşme, sosyalleşme gibi süreçlerin birbiriyle etkileşimi sonucu gelişen bir yapıya sahiptir. Kişilik gelişimi, sağlıklı bireylerin yetişmesinde, makro açıdan sağlıklı toplumların yeşermesinde son derece önemlidir.

Bir sanat dalı ile kendini ifade etme yolunu seçen kişiler kendilerini özgür ve hafiflemiş hissederler. Çünkü ifade, insanın temel ihtiyacıdır ve girift bir yapıda olan insan zihni bunu her zaman kolayca başaramaz. İşte bu noktada psikoloji ve sanat ilişkisi doğar. İnsanı anlamaya çalışan psikoloji bilimi, sanatı insana dair en üst noktada yer alan bir ihtiyaç olarak ele alırken artık insanı anlama yolunda bir araç olarak da kullanmaktadır. Bu bağlamda duyum ve algı gibi insanın iç dünyasını oluşturan yapılar ve oluşumlar için psikoloji, sanattan sıklıkla faydalanır. Bu nedenle sanat eğitimi insanın psikolojik gelişimi için de gereklidir. Yalnızca bakmak değil görmek, yalnızca duymak değil işitmek, yalnızca yoklamak değil dokunmak ve hissetmek, insanın sanat yoluyla elde edebileceği kazanımlardan sadece birkaçıdır. Kişi kendini, çevresini ve içinde bulunduğu dünyayı algıladığı ölçüde tamamlanır. Bu anlamda insan davranışlarını inceleyen psikolojinin, insanın dünyayı algılayışının ya da kendini ifadesinin bir yolu olan sanata katkıları büyüktür. Tabii yine de sanat, kendini ifade yöntemlerinden biri olarak sanatçılara atfedilen bir olgu gibi görünse de aslında ilk insanların yazıdan dahi önce kullandığı bir iletişim aracıdır ve insanın davranışsal özelliklerinden biri olarak psikolojiyle doğrudan ilintilidir. Nitekim mağara duvarlarını resimleyen ilkel insanın sanat yapma kaygısı yoktu, o sadece avlamak istediği hayvandan korkuyordu ve güç kazanma kaygısıyla o hayvanı çizerek korkusunu, duygu ve düşüncesini dışa vuruyordu. İnsanın araç-gereç kullanımında kendini geliştirmesiyle paralel olarak ellerini daha etkinleştirebilmesi, zaman içinde sanatı da etkilemiş ve giderek daha özgür kalan eller, sanatı daha yaratıcı kılmayı becermiştir.

Gelelim gerçek ile kurgu arasındaki ilişkiye…

Öncelikle söz konusu kavramların anlamlarıyla başlamak gerekir.

Türk Dil Kurumu Sözlüğü; “gerçek” kelimesinin anlamlarını “bir durum, bir nesne veya bir nitelik olarak var olan, varlığı inkâr edilemeyen, olgu durumunda olan”, “doğadaki gibi olan, doğayı olduğu gibi yansıtan”, “yapay olmayan” ve “düşünülen, tasarımlanan, imgelenen şeylere karşıt olarak var olan” gibi nitelemelerle yapıyor. “Kurgu” kelimesinde ise “gerçek olmayan olay ve kahramanlardan oluşan eser” anlamının yanı sıra, bu yazı özelinde değinmemiz gereken bir anlama daha işaret ediyor: “uygulamaya geçmeyen, sadece bilmek ve açıklamak amacını güden düşünce, kuramsal araştırma, spekülasyon”.

Aşağıdaki satırlar, kurguyu öncelikle sanatsal çerçeve dâhilinde ele alarak söz konusu kavramın “gerçek” karşısındaki acizliğinin altını çiziyor ve bu yazının ortaya çıkmasına sebep olan ana fikre mütenasip bir yol izliyor.

Gerçek Mi Daha İlginçtir, Kurgu Mu?
Eleştirmenler ve filozoflar sıklıkla sanatın gerçeği küçümsediğini, dolayısıyla algıladığımız şeylere ve yaşamlarımızı düzenleme şeklimize dikkat çekmeye çalıştığını iddia ederler. Ancak gerçeklik, kurguyu kurnazlığıyla alt eder; çünkü insanın hayal gücü gariplikle başa çıkmak için mücadele eder. Bilinçli bir hayat yaşamak ve ana meselelerini anlamak, bir sanat eseri yaratmaktan veya onu deneyimlemekten çok daha zordur. Gerçekliği hayal etmek zordur: Biz onun gölgesinde bilinmeyenin kavurucu soğukluğunu hissederiz. Bu arada kurgu bizi eğlendirir ve yaşamın düşünülmez karmaşıklıklarından kaçmamıza yardım eder. Bu kaçış, evet, çoğu zaman gereklidir. Hikâyeler ve imgeler, varoluşsal olarak yerinden edilmiş ve entelektüel açıdan karışık, modern insanların rahat bir ev bulmalarını ve umarsız bir kaos içerisindeki düzeni görmelerini sağlar. Gerçeğe bağlanmamış sanat, aldatıcı olmanın talihsiz dezavantajına sahiptir. Biz onun din ya da politika formunu alabileceği ustalıkla imal ettiklerini canlandırmak için kendimizi kandırmaya hazır olmadıkça kurgu hayatın ikilemini çözemez. Bazı sanatçılar algı ve bilişimizi kışkırtabilir; ancak çabaları dünyayı tamamen aydınlatmak için yeterli değildir, yalnızca insani durum hakkında gerçekten olağanüstü olan şeyin yüzeysel bir parçasını çizerler. Yaşamı anlamlandırmak için, bilim daha iyi bir hizmetçidir, ya da en azından, yaşamı uzaklaştırmaktan ziyade kabul yoluyla sanat, anlaşılmaz evreni zayıf insan aklına daha misafirperver kılar. Kurgu, tanıdık ve yatıştırıcıdır. Yaşamın zorlu sıkıcılığından uzak durur; biz, doğru bilginin güvenilir kaynağı ve tecrübeyi ifşa edici olduğu için onu yanlış anlamamalıyız. Sonuçta, gerçeklik kurgudan daha ilginçtir.

1917 tarihli “Araç Olarak Sanat” başlıklı makalesinde Viktor Shklovsky; yazarların, yaşamın otomatikliğini bozmak ve insanların gerçeği kavramasına yardımcı olmak için dili tahrif ettiğini savunur. Rutin faaliyetler bilinç dışına çekildiğinden, sıradan konuşma “tam olarak” duyulmaz. Bir alışkanlık olduğu için, artık sözel iletişimin karmaşıklığına dikkat etmeyiz ve bu nedenle o eleştirel düşünce radarının altında uçup gider. Bu otomatiklik genellikle insanın bilişinin bir özelliğidir. Shklovsky’ye göre, “Hayat böyle bir şey olmaz ve böyle gözden kaybolur. Otomatiklik; şeyleri, giysileri, eşyaları, eşini ve savaş korkusunu tüketir.” Bu nedenle sanatçılar becerilerini kullanarak hayatı tekrar ilginç hâle getirirler.

Sanat bize bir şeyler hissettirir; hayatın algılanmasını onarmak, taşı taş yapmak için var olur. Sanatın amacı; şeyleri yalnızca görmek değil, tanıma hissi yaratmaktır. Algı süreci sanatta başlı başına bir amaç olduğu için, sanatın amacı, algının süresini ve karmaşıklığını arttıran şeylerin “yabancılaşması” ve formun karmaşıklığıdır. Bu görüşe göre sanat, ışık geçirmez gündeliği sorgulamak ve gözlerimizi berrak gerçeğe açmak için kullanılan bir cihazdır. Shklovsky’ye göre sanatçılar, hafife aldığımız şeyleri karmaşıklaştırmaya çalışırlar ve algı ile bilişimizi otomatik işlemin ötesine geçirirler. Neredeyse yüz yıl sonra “Garip Araçlar: Sanat Ve İnsan Doğası” adlı kitabında Alva Noe, sanat eserlerini, yaşamlarımızı nasıl sürdüreceğimizi ortaya çıkarmak için işlevlerinden sıyrılan garip araçlar olarak nitelendirir. Teknoloji bizi organize eder; oysa “teknolojinin sapması” ve bu nedenle bizim kendimizle karşılaşmamıza izin veren garip uygulamalar servis eden sanat ve felsefe bu organizasyonu uzaklaştırır. Noe, yaşamlarımızı düzenleyen alışılmış uygulamalara yakalandığımıza inanır ve sanatın “hareketlerimizin, düşüncelerimizin, konuşmamızın, algımızın, bilincimizin düzenlenmesi veya tutsak tutulması” gibi sayısız yoldan çıkmayı sağladığını savunur. Ona göre sanat, tutsak edilen bilincimizi özgürleştirmek için bir fırsattır. Sanat, hayatı uzaklaştırır ve insanların onu değiştirmesine izin verir, olanak tanır. Bu çağdaş sanat görüşü, asırlık yabancılaşma teorisi ile yakın bir uyum içerisindedir.

Bilim, gerçeğin büyüleyici potansiyelini ortaya koyar. Dünya, insanların onun sırlarını çözmesi için çok karmaşık olsa da bilim bu bilmeceyi tanımamızı sağlar. Zihne meydan okuyan paradokslara saldırmamıza izin verir. Gerçeklik, kuantum mekaniğinden bilincin gizemine, kurgunun ilginçliğinin -en başta matematiksel ölçekte- ötesine geçer. Bilim insanları, edebiyatın (ve genel olarak sanatın) gerçeklikten uzak olduğunu söylerler ancak onların kastettikleri; sanatçıların, sanatın özünü değil, formunu tecrübe ettikleridir. Bu tür biçimsel yabancılaşma eğlencelidir, ancak burada bile bilim daha üretici yaklaşımlara gebedir. Yine de sanatı yok sayamazlar ve bilinçli olarak kanonik kalıpları dikkate almadan sanatsal araçları kullanabilecek, insanları biçimsel yaratıcılık konusunda ikna edici biçimde üstün kılacak araçlar üretebilmeyi isterler.

Sanat eserleri, kültür bağlamında anlamlı hâle gelen varlıklardır. Sanatsal ifadeyi ve sanatsal hayal gücünü şekillendiren sosyal normlar ve estetik ilkeler vardır. Bu normlar ve ilkeler üzerinden gerçek ya taklit edilir ya da yeniden yorumlanır.

Gerçeğin sıkıntılarından kaçmanın popüler yollarından biri, yine bir sanat / kurgu dalı olan mizaha başvurmaktır. Sosyal dünya daha geçici, tehlikeli ve kutuplaşmış göründüğü için, insanlar gerçeklik ve hayal gücü arasındaki uyuşmazlıkla oynayan mizaha başvurabilirler. Küresel siyasetin şu anki durumu, bizi mizahi destek alanına kaçmaya yönlendirebilir. Mizah korku ve endişelerimizi aydınlatır, insanların sosyal yapıyı yeniden canlandırmasına ve daha az tehdit edici bir ışık altında görmesine yardımcı olur. Bu başa çıkma stratejisi, insanların kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlayabilir; ancak onlara ciddi bir şekilde sorunlarıyla boğuşmaları için yetki vermez. Mizah, modern sıkıntılardan büyük bir kaçıştır, fakat gerçek çözümler sunmaz. Mizah, insan davranışının risklerini ve tepkilerini önemsiz kılar, insanların dayanılmaz şimdiyi ve öngörülemez geleceği hoş görmelerine yardımcı olur.

Biz yabancılaşan gerçeklikten uzak durarak sanatta kendimizi evimizde bulurken, sonuçta hayat da bir yolunu bulur. Sayıca çok fazla akıl ermez yaratıcılık örnekleri sunarken, bize tetikleyici uyarılar verip vermeme konusunda özgürdür ve konfor alanımıza saygı göstermeyecektir. Sanat ve kurgu, genelde bu noktada tıkanır.

Güvenliğe sanatsal çaba gösterme ve hayal gücüne ahlaki sınırlar getirme zorunluluğu, hayatın (yani gerçeğin) değil kurgunun dertleri arasındadır. Ve hatta bu durum, kurgunun yumuşak ve bilinen eğiliminin temelini oluşturur. Özgünlük ve içgörü iddialarına rağmen, sanat genelde kültürel ön yargılarla sınırlandırılmıştır. Yaratıcı süreçleri düzene sokan, disipline eden standartlar ve talepler kaçınılmaz olarak sanatçıları, halkın beklentilerine uymayan ve onları karşılayamayan gerçeklik boyutlarına körleştirir.

Günün sonunda, sadece bir insan zihni ürünü olan sanatın (kurgunun) karşısında, hayatın (gerçeğin) sonsuz olanağı ve zihnin çözemeyeceği kadar karmaşık ilişki ağları, yaşamdaşlık bağları vardır. Sadece bu bile aralarında kıyas kabul etmez bir orantısızlık yaratır. Eninde sonunda gerçek daha ilginç, daha tuhaftır ama sanat gerçeği anlamamıza, onu dönüştürmemize, zaman zaman ondan kaçmamıza ve nefes alıp yeniden onun içine daha sağlıklı dalabilmemize, belki de gerçeğin karmaşıklığına daha hazır olmamıza yarar. Bizi yeniden anlamlandırır.

Peki kurgu, sanatın sınırlarına mahkûm mudur?

Çağın En Büyük Tehditlerinden Biri: Gerçeğin Ölümü
Gerçeğin ele alınmasında, söz konusu kavramın ne olduğu (ve olmadığı) konusunda, anlamsal sınırlarının belirlenmesinde felsefe tarihi sayısız argüman, öğreti, söylem ve tartışma ile doludur. Olgu-değer ayrımı, epistemoloji, ontoloji, düalist kozmoloji, realizm, anakronizm, idealizm, doğalcılık, ahlakçılık, deneycilik, görecilik, kuşkuculuk, pozitivizm gibi felsefi başlıklar ve akımlar, literatürlerini bizzat gerçek kavramı üzerinden temellendirir. 21. Yüzyıl ise tüm bu külliyata yeni bir kavram eklemesiyle önemlidir: Post-Truth. “Hakikat sonrası” (ya da daha doğru olarak “hakikatin önemsizleştirilmesi”) olarak Türkçeye çevirebileceğimiz bu kavram; doğruların ortak nesnel deliller yerine birtakım duygu ve inançlarla belirlenmesini anlatan felsefi ya da politik bir diyalektiktir. Hakikati anlamaya yarayan nesnel standartların yok olması ya da olgular, bilgiler, görüşler ve inançların birbirine girmesi şeklinde ortaya çıkabilir. Hakikat sonrası yaklaşımı, bilimsel yaklaşımla zıtlık gösterir.

Bugün gerçek, daha doğrusu onun algılanma biçimi, modernizmin sıkı sıkıya bağlı olduğu, hayatı belirleyen, hatta anlamlandıran özelliğini kaybetmek üzere. Postmodernizm ve giderek her şeyi mümkün kılan teknoloji, “ne kadar insan varsa o kadar gerçek var” düzeyine doğru hızla evriliyor. Artık iki artı iki her zaman, her kişiye göre dört etmiyor. Olayların, olguların, durumların ve hatta nesnelerin 5 duyu organımızdan biri veya birkaçıyla algılanabilen somut halleri yokmuşçasına, her tarafımızı saran ekranlardaki halleri “yeni gerçeğin” temellerini atıyor. İnternetin her an, her saniye gezegenin herhangi bir yerinde ne olup bittiğini öğrenebileceğimiz bir gözetlemeye imkân vermesi, nüfusun çoğunluğunun internete kolayca girebilmekle kalmayıp kolayca içerik oluşturarak Web 2.0 sayesinde dünyayla paylaşabileceği akıllı telefonları satın alabilmesi, bireyler ekseninde duygu, düşünce, durum, hayal vb. paylaşmanın, yeniden büyük bir popülerlik kazanan “kendini ifade etme” kisvesi altında çok kolay bir şekilde fotoğraf ve videolarla sağlanabilmesi, bu anlamda fotoğrafçılık ve video sanatının “sokağa” inmiş olması, çeşitli programlar (uygulamalar) sayesinde fotoğraf ve videoların manipüle edilebilmesi, bu tür manipülasyonlar üzerinden sosyal medyaya özgü yeni dillerin, literatürlerin, akımların, ezberlerin, teamüllerin oluşması, bu manipülasyonların sadece fotoğraf ve video değiştirmekle sınırlı kalmayıp deep-fake teknolojisi sayesinde video kavramının güvenirliğinin çöpe atılması ve yapay zekâ temelli algoritmalar sayesinde gündelik hayatımızdaki pek çok karara müdahil olabilmesi, nihayetinde internetin bilgi kaynağı olmaktan ziyade koca bir yalan kaynağına evrilmesi, bugünün dünyasının nüktedan bir özetini oluşturuyor.

Öte yandan ilginç bir şekilde gerçek; kurgu (uydurma, yalan) karşısında özellikle sosyal medyada güç kaybederken, yine aynı mecrada, kurgu (bu sefer sanatsal ifade bağlamında) karşısında oyuna yeniden dâhil olabiliyor. Nasıl mı? Yer gök kısa videolarla, “story”lerle, anlık hayat parçacıkları ve fragmanlarıyla dolarken sanatsal ifadeye itibarımız ve bu anlamda bağlılığımız giderek azalıyor. Instagram, Facebook ve Twitter’ın yanı sıra, çoğunlukla kısa içeriklerden oluşan YouTube ve TikTok gibi platformlar üzerinden yeni bir “hikâye anlatmama” tarzı yükseliyor. Derin bir düşünce, yadsınamaz bir emek, felsefi bir altyapı ya da arzulanabilir bir gelecek tasarımı ihtiyacı hissetmeden ortaya konan bu uçucu içerik modeli, aynı zamanda kayda değer bir yaratıcılık, buluş ya da hâlihazırdaki mevcudiyeti onarma kaygısı da içermiyor. Popüler kalıpların tekrarına dayalı, kısa dönemli akımlardan oluşan bu içeriklere gösterilen ilgi, şu manzarayı ortaya çıkarıyor: Modern birey, artık içinde yer alamayacağı hikâyelerin (sanatsal ifadelerin) kahramanlarına özenmekten çok, olduğu hâliyle kendi hikâyesinin (gerçeklerinin) kahramanı olmak istiyor. Buralardan gelen “şöhret”, kısıtlı ve kısa vadeli olsa da, herhalde “kısa olsun, benim olsun” dedirtiyor. Zamanın “hiçbir şey yapmadan da bir şey olunabileceği umudunu sürekli pompalayan” ruhu, ülkenin ve hatta tüm gezegenin kararan aktüalitesine hâkim “geleceksizlik hissiyle” beraber insanları hikâyelerin anlamlı bütünlüğünden uzaklaştırıp “an”ların parçalılığına hapsediyor. Tabii bu bir yandan da herkesin kendi kurgusunu kolayca inşa edebilmesine, gerçekler karşısında yeni savunma ve “algı numaraları” yaratabilmesine olanak sağlıyor.

Bugün gerçek; bir algı meselesi, bir görece. Post-truth ise popülizm rüzgârını da arkasına almış bir şekilde, elimizdeki telefonlarda, evimizdeki televizyonlarda, yayıncı odaları ve toplantı salonlarında, sokaklardaki reklam panolarında, afişlerde ve sloganlarda, miting meydanlarında, meclis koridorlarında, kürsülerde ve balkonlarda, stüdyolarda ve sahalarda, borsa, finans ve kripto para piyasalarında, Web 3.0 sayıklamalarında, metaverse hülyalarında, havada ve karada, hastalıkta ve sağlıkta esiyor, gürlüyor. Komplo teorisyenlerinin araştırmacı gazetecilik ödülü kazanabilmelerini sağlıyor. Sayesinde gerçek önemsizleşiyor, bilimin itibarı ayaklar altına alınabiliyor ve algılar ile inançlar eski çağlardaki güçlerini hatırlamaya başlıyor. Ve gerçeğin, modernizm sonrasında ilk defa böylesine kolayca manipüle edilebildiği, böylesine değersizleştirilebildiği bir dünyada hayatın neye bağlı olacağını, geleceğin nasıl şekilleneceğini sanki yeterince kişi dert etmiyor… Bilimi bile yanıltacak bir illüzyona imkân veren teknolojik gelişmeler, yoksa gelişim yerine çöküşü mü hızlandırıyor? Yalçın Arı, Twitter hesabında vurucu bir tespit yapıyor: “Günümüzde yalan haberin lehine bir teknolojik düzende yaşıyoruz. Yalan haberin çok hızlı ve katlanarak artmasına müsait bu yapı, durup dikkatle düşünmek ya da bilginin doğruluğundan emin olmak için gerekli eylemlere zaman ayırmayı değersizleştiriyor. Arkadan gelmemek, sessiz kalmamak adına hakikatin hak ettiği özeni ıskalayabiliyoruz.” İlginç bir şekilde makul şüpheciler de, komplo teorisyenleri de aynı noktadan yola çıkıyor: bir şeylerin göründüğü gibi olmayabileceği fikri. Bilişsel kırılganlıklarımızın farkına varmak ve eleştirel düşünmeye aşinalık, yol ayrımındaki tek pusulamız gibi görünüyor.

Evet, kurgu sanatın sınırları dışına taştı, günlük hayatın, internetin, politikanın, ekonominin, hemen her alanın içine post-truth suretinde daldı. Yalan ile doğrunun ayrımını muğlaklaştırdı. Şimdi bir de tüm bunların üstüne, yapay zekâ ve metaverse kavramları, geleceğin aynasında olabildiğince berraklaştı. Peki bu manzarada, bu yoğun kaos sağanağında, akil bir davranış sergileyebilmek için ne yapmak lazım? Öncelikle kanaat yetmez, gerçek lazım. İnanç yetmez, bilgi lazım. Aşinalık ve ezber yetmez, öğrenmek, özümsemek ve “emin olmamak”, yeniden öğrenmek lazım. Makul şüphe yetmez, araştırmak ve tutarlılık için çaba lazım. Böylesi bir belirsizlik ve değişkenlik çağında, bilime her zamankinden daha çok sarılmak lazım. Kurguyu, sanatın sınırları içerisinde özgür bırakmak, bilime galebe çalmasına müsaade etmemek lazım. Yalanlar imparatorluğunda gerçek, vatana ihanet kabul edilir… Bu ihaneti göze almak lazım.