Bugünün haberleşme sistemleri ile birey ve toplumların varoluş dinamikleri arasındaki ilişkiye tarihsel perspektif üzerinden öznel bir bakış…
Anatomik olarak yaklaşık üç yüz bin yıl önce ortaya çıkan ve bugünden bakıldığında “modern” diyebileceğimiz davranışlara elli bin yıl önce kavuşan Homo Sapiens türünün hâlâ hayatta olan tek soyu Homo Sapiens Sapiens için modern filozofinin kurucularından Descartes’ın olağanüstü keskinlikte bir betimlemesi var: “Düşündüğünü düşünen canlı”. Bu, yine Descartes’ın meşhur “cogito ergo sum” (“düşünüyorum, öyleyse varım”) vecizesiyle ifade ettiği, türümüzün hayat denen zamansal kavram ile ilişkisindeki en temel “anlam”dan farklı bir keskinlik. Düşündüğünü düşünmek, tek hücreli ilk canlılardan bu yana üzerinde “yaşam”a ve dolayısıyla evrime izin veren Dünya’nın kadim tarihinde bizi ayrıcalıklı kılan özel bir “haslet”, bir temayüz. Ve varlığının çeşitli koşullara muhtaç olmasına boyun eğerek “ilerleyebilen” insanın, birlikte yaşadığı diğer canlılara karşı sorumluluk ve / veya otantik bir bakış açısı geliştirmesine yardımcı olan bir yetenek. Düşündüğünü düşünmek, aynı zamanda Homo Sapiens Sapiens’in evrimini geliştirmesine olanak sağlayan en kilit meleke. Çünkü bu sayede iletişim gücünü diğer Homo türlerine nazaran daha verimli kullanarak “kültür” kavramının temellerini atıyor, “medeniyet”e giden yolda en büyük silahını kazanmış oluyor.
Bugün kültürü dil ve iletişimden soyutlanmış bir şekilde ele almak imkânsız. Dolayısıyla günümüzün küreselleşmiş hayat standartlarında bize insanın dünü, bugünü (ve hatta yarını) ile ilgili en çok veriyi iletişim konseptleri sağlıyor. Zira felsefenin yanı sıra tarih, sosyoloji, ontoloji, antropoloji, arkeoloji gibi pek çok bilim dalının da işaret ettiği üzere, insanın (ve aslen tüm canlıların) tarihi aynı zamanda iletişimin tarihini oluşturuyor. Bu da hayata dair hangi olay ve olgudan söz edersek edelim, temelimizi iletişim kavramına dayandırmadan çok yol alamayacağımız anlamına geliyor.
Hissetme, düşünme ve ifade etme evreleriyle süreçlenen “iletişme” dürtümüz; çıkardığımız sesler, geliştirdiğimiz diller, yarattığımız semboller, çizdiğimiz resimler, anlamlandırdığımız harfler ve nihayetinde kurallandırdığımız alfabeler üzerinden oluşturduğumuz yazılar ile bize, daha önceki hiçbir Homo türünün elde edemediği bir lüks sunuyor: geçmiş ile gelecek arasında giderek hızlanan bir edinim taşıyıcılığı. Bu fırsat, bugünün dünyasında bize “teknoloji ve iletişim” başlığı altında temel bir doktrin sağlıyor. Ortaya çıkışını sözlü iletişimin oluşturduğu kültür kavramı ise yazının icadı sonrasında yaşadığı devrim ile bu doktrinin sınırlarını genişletiyor.
Burada bu yazı ile peşinde olduğum tefekkür ise, günümüzün en yaygın iletişim araçlarından “sosyal medya”nın artıları ve eksilerine dair nesnel verilerden yararlanan öznel bir portre oluşturabilme ihtimaliyle ilgileniyor.
İletişim Ve İnsan
İletilmek istenen “verinin” (his, düşünce, bilgi, ifade, sesleniş vb.) bir göndericiden bir alıcıya aktarılma süreci olarak nitelendirdiğimiz iletişim eylemi; sadece insanların değil, tüm canlıların bir şekilde ve çeşitli yöntemlerle veri alışverişi yapmalarına olanak tanıyıp altı temel öge üzerinden tarafların ortak bir dili anlamalarına ihtiyaç duyuyor: kaynak (gönderici), alıcı (hedef), ileti (mesaj), bağlam (ortam), dönüt (geri bildirim), kanal (gönderme biçimi). İnsanın aynı zamanda sosyal bir varlık olmasının da temel koşullarından biri olan iletişme dürtüsü; sözsüz (beden dili, mimik ve jestler, koku, mesafe kullanımı vb.) sözlü ve yazılı olmak üzere üç ana başlık altında sınıflandırılıyor. Bugünün bol katmanlı ve girift küresel iletişim dünyasına nasıl ulaştığımızı sağlıklı analiz edebilmemize yarayacak özgül bir temel oluşturmak için ise iletişim tarihinin öne çıkan gelişmelerini şöyle bir hatırlamamız gerekiyor. Kronoloji yoğun: Mağara duvarı resimleriyle başlayan ilk büyük “yazılı” iletişim devrimleri; milattan önce Fenikelilerin bir alfabe geliştirmeleri, Sümerlerin kil tabletler üzerine “çivi yazısı” yazmaya başlamaları ve Mısırlıların “hiyeroglif” kullanmaya başlamaları ile ivme kazanıp Yunanlıların soldan sağa yazılmış bir fonetik alfabesi geliştirmeleri, Çin’de ilk posta teşkilatının kurulması, Romalıların Acta Diurna adını verdikleri, taş ve metal üzerine kazınan ilk gazete örneğine imza atmaları ve üzerine yazı yazılabilecek en hafif madde olarak papirüsün yaygınlaşması ile hızlanıp nihayetinde Çinli Cai Lun (Ts’ai Lun) tarafından “kâğıt”ın icat edilmesiyle bir bakıma “tarihin başlangıcı”na evriliyor. Milattan sonraki gelişmeler daha da baş döndürücü… En önemlileri arasında Romalıların Helyograf’ı icat etmelerini, Çin’de ilk ahşap baskı makinelerinin üretilmesi ve mürekkepli mühür kullanılmaya başlanmasını, kâğıt kullanımının Avrupa’ya ulaşmasını, Japonların atık kâğıtlardan yeni kâğıtlar üretmeyi başarmasını ve 15. Yüzyıl’da Johannes Gutenberg’in metal malzemeden taşınabilir bir matbaa icat etmesini sayabiliriz. Matbaanın yaygınlaşması ve Rönesans hareketinin de rüzgârıyla kitap basımının artmasını ise iletişim tarihi açısından bugünün dünyasına yansıyan en kilit hareketler arasında gösterebiliriz. Böylece iletişim tarihinde önemli bir eşiği de geride bırakmış oluruz. Bundan sonrası, Sanayi Devrimi’nin de yardımıyla çok daha hızlı ve kitlesel etki bakımından çok daha kapsayıcı gelişmelerin yaşandığı dönem: 17. Yüzyıl’da Avrupa’da günlük gazetenin çıkmaya başlaması, daktilonun, telgrafın, mars kodunun ve telefonun icadı, faks teknolojisinin ortaya çıkması, fotokopi ve fotoğraf makinesinin, mikrofon ve gramofonun icadı, ilk manyetik ses kaydı imkânıyla disk ve teyp veri depolama ile müzik kayıt endüstrisi için temel oluşturulması, radyonun icadı, yayıncılığın devlet tekelinden çıkması ve süreli / düzenli yayınlara olanak veren lojistik imkânlara ulaşması, çizgi romanların yaygınlaşması, kameranın icadı, sinema teknolojisinin ortaya çıkması, televizyonun icadı, devletlerin radyo ve televizyon kanalları kurmaları, elektriğe 24 saat ulaşabilen şehir sayısının artması, entegre devrenin icadıyla elektronik cihazların daha küçük boylarda üretilebilir hâle gelmesi, bilgisayarların icadı ve kişisel bilgisayarların yaygınlaşması, özel radyo ve televizyon kanallarının kurulması, cep telefonlarının icadı, internetin kişisel kullanıma açılması ve mobil internet teknolojisinin yaygınlaşması… Özetle; 19. Yüzyıl’dan itibaren giderek hızlanan küresel teknoloji yarışının, makro çapta birey ve toplum denklemini doğrudan etkileyen sonuçları… Teknolojinin pek çok alanında olduğu gibi, genellikle devlet ve / veya ordu kaynaklı üretim mekanizmasının sivilleşmesiyle oluşan yeni dünya manzaraları… İnsanın şekillendirdiği iletişimden, giderek insanı şekillendiren iletişime dönüşümün sancıları…
İletişim, insanın doğası. Onu duygu, akıl, zekâ, yetenek, hayal gücü ve yaratıcı dürtüleriyle besliyor, doğumdan ölüme kadar geniş bir ağ içinde yaşıyor. Fiziksel, ruhsal, düşünsel tepki ve davranışlarını onun bilgilendirici ve yönlendirici özelliğiyle oluşturup geliştiriyor. Ayrıca bu tepki ve davranışları yine onun nefasetiyle terkip ediyor. İletişim derinleştikçe, insan bireyleşiyor. Ve bireylerin iletişim ağıyla örülen toplumlar, dünyanın “zeitgeist”ını belirliyor.
Peki bu zeitgeist bugün bize ne anlam ifade ediyor?
Bugüne Nasıl Geldik?
Nasıl ki “var olmanın” tarihi aynı zamanda adaptasyonun tarihi ise, insan ve iletişim arasındaki ilişki de bu denklemden geçiyor. İnsan geliştikçe iletişim, iletişim geliştikçe insan gelişiyor. Ve her ikisi de birbirine adapte olabildiği sürece var olabiliyor. Önce işaretler ve dokunuşlarla, sonrasında da çıkardığı sesler ve yarattığı dillerle iletişim ihtiyacını gidermeye başlayan insan, tüm bu süreçte bir yandan da düşünce dünyasına hizmet ediyor. Bu hizmet, türdeşleri ve içinde var olduğu doğa ile olan etkileşimini arttırıyor, nihayetinde empati ve etik kavramlarını ortaya çıkarıyor. Algı ve anlam arasındaki denge, insanın en çok da başkalarını duyup dinlediğinde kendini anlamasıyla sağlanıyor. Tam da bu bağlamda birey kavramı önem kazanıyor. “Kendiliğinin” farkına varan insan, istek ve ihtiyaçlarını artık bu farkındalığa göre konumlandırmaya başlıyor. Bir arada yaşayan toplulukları “sürü” olmaktan ayıran en temel sınır çizgileri de işte bu farkındalıkla çiziliyor. Ve bu çizgiler, “düşündüğünü düşünen” Homo Sapiens Sapiens’in var olma ya da yok olma ayrımı üzerine derinleşebilmesini sağlıyor. Bu derinlikten bir “anlam gayesi” çıkarıp “kendi etkenliği dışında yaşanan şeylere de bir sebep ya da sonuç bulma” refleksi edinen insan, psikoloji ve sosyoloji biliminin de temelini atmış oluyor. İletişim yeteneğini keşfetmesiyle eş olarak en temel ihtiyaçlarını (dinlenme, uyuma, aç kalmama, iklimden olumsuz etkilenmeme vb.) gidererek yaşam süresini ve kalitesini arttırmaya başladığı, ayrıca “içgüdüsel” olarak kullandığı çoğalma dürtüsünü doğa karşısında bir “güç”e çevirebileceğini keşfettiği anda ise süreç, doğa ile mücadelesinde rahat bir nefes almasına olanak tanıyan gelişmelere (yardımlaşma, dayanışma, tecrübe aktarımı vb.) evriliyor ve işte o noktada insan artık kendine yeni “alanlar” yaratmaya başlıyor. Hem zihinsel hem de fiziksel anlamlara gebe bu alan açma talebi ile birlikte artık huzur ve mutluluk gibi güdüleri üzerine daha çok düşünmeye başlıyor. Temel ihtiyaçlarını ve bu ihtiyaçlar için gerekli olan fiziksel, ruhsal koşulları giderek daha kolay karşılamaya başlayan insan, elinde kalan zamanlarda özellikle dilini, tarımını, ateş ve su kullanım becerilerini geliştirip yazı ve tekerleği icat ederek doğaya karşı “cevap verebilme” seçeneklerini arttırıyor. Bu artış, bir noktadan sonra insanın doğa ile olan “kavgasını” bir kenara bırakabilmesine, böylece yaşama dair daha bütünsel, daha kapsayıcı atılımlarla ilgili yeni fikirler üretebilmesine imkân tanıyor. Toplumsal hiyerarşi, kutsallığın doğuşu, tanrı ve din olgusu, devlet ve vatandaş kavramı, hak ve hukuk anlayışı, ahlak mekanizması ve bireyin özgürlüğü gibi bugün medeniyet dediğimizde yekten algımıza yerleşen pek çok entegre parametre, Homo Sapiens Sapiens’in iletişim gücünü geliştirerek temel ihtiyaçlarını karşılamayı “sıradanlaştırdığı” ve bu öğrenimi hızla aktarabilmeyi başardığı anda yaşamsal karineler hâline geliyor. Yine de tüm bunların ardından birey, “hayata anlam bulma” çabasını asla kaybetmiyor. Felsefe, din, bilim ve sanat dört koldan bu çabaya ortak olsa da, günün sonunda ölümden sonrasının gizemi, bizi inanç kavramının kollarına itiyor. Başka bir hayatın daha olacağı fikri ile elimizdekinin sadece ve sadece bu hayat olduğu fikri arasındaki çatışma, her iki seçenekte de bu dünyada kendimizi ifade etme arzumuzu -farklı yollardan da olsa- beslemeyi ihmal etmiyor.
İletişim Araçlarının Hayati Etkileri
İletişim teknolojileri ve insan arasındaki ilişki, özellikle son iki yüz yıldır giderek hızlanan bir ivme ile birbirini sürekli dönüştüren bir dinamoya benziyor. Ve bu dinamo, bir yandan toplumsal yaşamı derinden etkileyen atılımların temelini atarken öte yandan güçlenerek büyümeye devam ediyor. Bireyin bu atılımlardaki konumu ise onun hayatı algılayış, yorumlayış ve yaşayış biçimlerini belirliyor. Günün sonunda toplumsal sözleşmeleri ve ortak değerleri var eden nüanslar işte bu konumla belirleniyor. Yazma ve en çok da okuma eylemi, düşünce ve algı dünyamızı genişleterek bizi hayatın daimî öğrencisi hâline getiriyor. Sanat sayesinde yaşamın çeşitli katmanları ve normal şartlarda fark edemeyeceğimiz boyutları önümüze seriliyor. Bu keşif bizi hikâye, empati, etik ve tecrübe kavramlarıyla zenginleştiriyor. Haberdar olma ve fark etme yetimiz arttıkça, düşünce dünyamız evriliyor. Dolayısıyla iletişim araçlarındaki gelişmeler, bizi hayata ve türdeşlerimize karşı daha donanımlı hâle getiriyor. Telefon ve özellikle radyo sayesinde ailemizi, yakın çevremizi, ülkemizi, hatta gezegenimizi aktif olarak takip edebiliyor, televizyon ve sinema sayesinde birer “hikâye kahramanına” dönüşebiliyoruz. Gazete ve dergiler ile hayatı “bilme” derinliğimiz artarken, internet ile “her şeyi” mümkünleştirebiliyoruz. Peki tüm bu kronolojinin sonunda, etkisini giderek arttıran sosyal medya ile ne elde ediyoruz?
Öncelikle tanımın kendisinden başlayalım incelemeye.
Sosyal medya, Web 2.0’ın kullanıcı hizmetine sunulmasıyla birlikte tek yönlü bilgi paylaşımından, çift taraflı ve eş zamanlı bilgi paylaşımına ulaşılmasını sağlayan, bu sayede web hizmetine daha demokratik ve çoğulcu bir değer kazandıran medya sisteminin “halk arasındaki” adı. Web 2.0, 2004’te kullanılmaya başlanan ve ikinci nesil internet hizmetlerini (toplumsal iletişim siteleri, “viki”ler, iletişim araçları, folksonomiler vb.) yani internet kullanıcılarının ortaklaşa ve paylaşarak yarattığı sistemi tanımlayan bir sözcük. Amacı, ağ etkilerini daha çok insanın kullanabilmesi için programlar kurmak. Kısacası web teknolojisini iyileştirmek için ziyaretçilerin katılımını (participation) sağlama ve yine aynı amaçla hem ziyaretçilerle hem de diğer sitelerle iş birliği (collaboration) yapma fikrine dayanan bir akım. İçeriğin sınıflandırılmasından (etiketleme – tagging) zenginleştirilmesine kadar (Örn: Vikipedi) her türlü büyük-küçük katkıya açık olan bu akım; Facebook, Twitter, Instagram, Youtube, Ekşi Sözlük vb. gibi içeriğini kullanıcıların ürettikleri platformların temeli. Dolayısıyla üye olmanın ücretsiz olduğu (ve bu sayede hızla küreselleşebildiği) bu platformlar üzerinden kullanıcıların birbirleriyle yaptığı diyaloglar ve sesli / yazılı / fotoğraflı / videolu paylaşımların bütünü olarak güçlü bir anlam ve sorumluluk üstlenen sosyal medya, akıllı telefonların gelişmesi ve mobil internet imkânlarının artmasıyla tüm dünyanın haberleşme sistemini derinden etkileyen bir anomali. Haberin, hatta genel anlamıyla “verinin” kaynağı ile alıcısı arasındaki tüm dengeleri baştan kurarak, aracılık özelliğini kurumlardan bizzat kişilere indirgeyip kullanıcıların kendilerini birer ürün, birer içerik hâline getiren bu sistem, bugünün dünyasında klasik medya kavramını tamamen ele geçiren bir yenilik. Zaman ve mekân sınırlaması olmadan veri paylaşımını ve bu verilerin yarattığı etkileri kapsayan son model iletişim biçimi olan sosyal medya, aynı zamanda günümüzün resmi olmayan eğitim kurumlarından da biri.
“İletişim Öldü, Yaşasın Yeni İletişim”
Hem bu yeni “güç” hem de bireysel ve toplumsal etkileri üzerinde düşünmeye başlamadan evvel günümüz insanının genelgeçer özellikleri hakkında bir beyin fırtınasına ihtiyacımız var. Öyle görünüyor ki Rönesans, Sanayi Devrimi, birey ve ulus kavramlarının küreselleşmesi, iki dünya savaşı ve özellikle de 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısındaki teknolojik atılım deparları sonrasında bugünün insanı dediğimiz şey; bir yanıyla hâlâ ilkel ve fakat bir yanıyla olağanüstü hızda gelişip değişen, adaptasyon yeteneğini de kendiyle birlikte dönüştüren bir olgu. Üretme ve tüketme dinamikleri neredeyse tamamen kapitalizm parametrelerince belirlenen, eğitim ve ekonomi dengesinde giderek tökezleyen, bu sayede günden güne bencilleşen ve zekâsıyla hayatı daha kolay yaşayabilmesine rağmen doğaya ve diğer canlılara zarar vermeyi “göze alabilen” bir tür. Hâl böyle olunca; iletişim gücüyle vahşi hayvanları bile evcilleştirebilen, ölümcül hastalıklara tedaviler geliştiren, uzaya çıkan, yörüngeye uydular yerleştiren, Ay’a inen, saatte 51,804 km hızla dünyanın 719 milyon km uzağından geçen bir kuyruklu yıldıza uzay aracı kondurabilen insan, bu gücüne rağmen yaşadığı habitatı hızla yok etmenin önüne geçemiyor. Bu durum da kısa vadede, gelecek üzerine “kaygı duyma” erdemi yerine bugünde kalmayı ve bugünün doğrularıyla sınırlanmayı tercih eden nesiller yetiştiriyor. Yaşadığı süreye iz bırakma, “diğerlerinden” farklı olma, kalabalıklar içinde sivrilme ve özel olma hevesiyle amansız bir mücadele içine giren bu nesiller için sosyal medya, giderek daha da kuralsızlaşan bir “hayat mentoru”na evriliyor.
İçinde yaşadığımız çağa geleceğin tarihçileri ne ad verecek bilmiyoruz ama her konuda olduğu gibi bu konuda da fikri olan bugünün insanı buna bazen “hız çağı” diyor. Bu betimlemeyi -en azından bu yazı özelinde- ben de uygun buluyorum. Ve söz konusu bu hız; tek tıkla her şeyi bilen, dahası her şey “olabilen” bugünün insanı için bir din, hatta bir tanrı. Hıza tapıyor, onsuz yaşayamıyoruz. Artık büyük balık küçük balığı değil, hızlı balık yavaş balığı yutuyor. Oysaki psikologların üzerinde hemfikir oldukları üzere; ruhumuzun hızı, beden ve zihinlerimizin hızına yetişemiyor. Bu da bizi stabil bir endişeye itiyor. Bu endişe ile başa çıkma yöntemlerimiz ise çetrefil. Geçmişte sadece var olabilmek bile bize yetebiliyorken artık varlığımızın onanmasını, dahası “kutsanmasını” istiyoruz. Çünkü mutlu olmayı bu kıstasa bağlıyor, kendimizi mutlu hissetmezsek yaşamanın “değerini” sorguluyoruz. Sosyal medya sayesinde “kendimizi yönettiğimiz” alternatif ve sanal bir gerçekliğin içinde, her an bir sahne üzerinde, alkışlarla yaşıyoruz.
En başta “haberdar olma” (Buna yeni arkadaşlıklar kurma ve / veya mevcut arkadaşları takip edebilme de dâhil.) refleksleriyle üye olduğumuz sosyal medya platformları, bu talebimizi çok hızlı ve zahmetsiz bir şekilde karşılamaya başlayınca kendiyle birlikte bizi de dönüştürdü. Fakat aslında bu dönüşümün temeli; 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısında, özellikle de II. Dünya Savaşı sonrasında Batı’nın güdümüne giren küresel çoğunluk için, bırakın interneti, henüz bilgisayarlar dahi yokken atılmıştı. Zira dönemin politik atmosferinin de etkisiyle (bkz: Soğuk Savaş) sanayileşme atılımlarını hızlandıran pek çok ülkenin büyük şehirleri, yarattıkları istihdam imkânlarıyla köy ve kasaba gibi nispeten küçük yerleşim birimlerine nazaran toplumların ekonomik refahı açısından daha verimli alanlar hâline gelmeye başlamıştı. Bu da yeni model bir “göç dalgasını” tetikledi. Kabaca son 50 yılda köyden kente yaşanan bu hızlı, yoğun ve çoğunlukla “plansız” göç, pek çok toplumsal karineyi etkileyerek yepyeni sosyolojik vakaları da beraberinde getirdi. En basitinden; büyük bir oranda tanıyıp bildiğimiz kısıtlı çevrenin dışına çıkarak kalabalıklar içinde daha yabancısı olduğumuz bir dünyaya geçiş yaptık. Belli bir oranda hâkimi olabildiğimiz o küçük ve sınırlı mahalli düzenimizi ardımızda bırakıp takip etmesi pek mümkün olmayan sonsuz varyasyonlu bir iletişim ağına daldık. Artık kalabalıklar içindeki yalnızlardık.
Şehirlileşme, iletişim ezberlerimizi de değiştirdi. Artık daha “bireysel”, daha hedef odaklıydık. Ve bu hedefler giderek daha yüzeysel, daha tüketime yönelik, daha gelip geçici olmalıydı, çünkü böylesi yeni dünya düzenine göre daha “kâr orantılıydı”. Hayatı algılama, yaşama ve hissetme biçimlerimize de darbe vurdu bu hızlı ve plansız şehirlileşme. Benlik ve kimlik kavramlarımız yenilendi, savunma ve tepki mekanizmalarımız güçlendi. Tanış olmadığımız bir kalabalığın içinde giriştiğimiz geçim mücadelesi bizi hayata karşı daha sert, daha hoşgörüsüz, daha sabırsız kişilere çevirdi. En temel toplumsal kurum olan aileler de bu dönüşüm karşısında dayanıklık gösteremedi. Isınmak için tek bir soba etrafında bir arada oturan ve bu oturma düzenine göre sosyal, beşerî melekelerini geliştiren aile üyeleri, şehirlere göçüp her odanın ısınabildiği apartman dairelerine taşındıklarında artık daha az görür oldular birbirlerini.
Kalabalıkların içinde olmak, pek çok konuda “orman kanunlarına” tabi olmak demekti. Hayatta kalmak için iyi ve güçlü olmak gerekirdi. Peki ya her yerden pazarlanarak bize adeta nefes aldırmayan şu “daha iyi bir hayata kavuşmak” için ne yapmak gerekti? Tabii ki en iyi ve en güçlü olmak!.. Bu iyilik ve güç kavramları, şehirli insanın hayata anlam bulma arayışında çok kilit roller üstlendi. Hâlihazırda “sınırlı kaynakların sınırsız tüketimi” sendromuyla yarış atlarına dönüştürülmüş olan kitleler, sürekli ve sadece “kâr” düşünen kapitalizmin de etkisiyle son derece vahşi bir “başarı” hedefine kilitlendi. Ve bu hedef; on binlerce yılda oturmuş ahlak, tevazu, saygı, görgü, minnet ve merhamet gibi insanı daha barışçıl, daha güvenilir, daha sığınılabilir kılan kavramları ucuzlatarak toplumsal birliği zedeledi. Elbette insanın gelişimi, tarihsel perspektifte hep “ileriye” yönelmesi elzemdir ve bu yönelim beraberinde pek çok tabuyu, ezberi, alışılmışı yıkmayı da getirir fakat vahşi kapitalizmin “başarıya giden her yolu mübah” kılması, modern insanı hem içinde yaşadığı doğaya hem de beraber yaşadığı diğer canlılara karşı giderek daha da acımasız bir hâle getirdi. Ve ne yazık ki bu acımasızlık, o ne idiği belirsiz başarı hedefimiz için adeta bir “el feneri”.
Sosyal medya işte bu karanlığı “kendini ifade eden” bireyler vasıtasıyla aydınlattığı izlenimi yaratarak çok kolay alıcı bulabiliyor. En temel insani özelliklerimizden “merak etme” dürtüsüyle bizi kıskıvrak yakalayıp, yine son derece doğal olan “beğenilme” talebimizle her gün yeni narsistler yaratıyor (bkz: takipçi ve “like” sayısı çılgınlığı). Modern insanı fark edilme hırsıyla özdeşleştiriyor ve kalabalıklar içinde her bireye özel, “kusursuz” bir yaşam vadediyor. Bu da amansız bir kariyer hedefi ve sorgulanmadan ezberletilmiş “mutlu aile” bağnazlığıyla manevi ve vicdani açılardan körleşmiş milyonları cezbediyor.
Sosyal medya; kontrolün tamamen elimizde olmadığı, dolayısıyla her istediğimizi gerçekleştiremediğimiz gerçek hayata alternatif olarak kontrolün tamamen bizde olduğu illüzyonuyla yeni hayat standartları sunuyor ve ne yaparsak yapalım bize kendimizle barışma, dahası kendimizi kutsama imkânı tanıyor. Üstelik de başkalarının bizi, “bizim beğendiğimiz ve kutsadığımız şekillerde” beğenip kutsaması lüksünü sağlıyor (bkz: selfie çılgınlığı).
Anlamları ve koşulları sürekli değişen bir başarı, kâr, beğeni, arzu, alkış ve tapınma hedefi altında, zehirli bir şöhret taraftarlığıyla yaşamaya mecbur bırakılan sosyal medya kalabalıkları; mahremiyet, suç, utanç ve etik gibi pek çok hayati kavramın içinin boşaltıldığı lümpen reflekslerle bu mecburiyeti yerine getirmeye çabalıyor.
Ta aile içinden başlayarak arkadaş ve okul çevresinde devam eden, sınavlar ve puanlarla ölçülmeye çalışılan, hem iş hayatında (patronlar, müdürler vb.) hem de toplumsal hayatta (kanunlar, yöneticiler, liderler vb.) otorite kararları ile belirlenen “yeterlilik seviyemiz” çoğu zaman bizi zihinsel anlamda borçlu hissettiriyor. Sosyal medya işte bu “yetersizlik” kompleksimizle başa çıkabilmek için sayısız olanakla bizi kendine bağımlı hâle getiriyor. Bu bağımlılık abartıyı, abartı da aşırılıkları çağırıyor. Bir yandan da ürünün ta kendisi olduğumuz için, “tükettiğimiz kadar var olabilmek”ten başka şansımız kalmıyor. Üretmek tüketmekten daha yoğun emek isteyen, daha çetrefil bir eylem olduğundan, bu hız çağında üretmekle “vakit harcamak” yerine tükettiklerimiz üzerinden “parlamak” işimize geliyor. Her anlamda tatmin olmayı zorlaştıran, hatta neredeyse imkânsızlaştıran bu tüketme yarışında geri kalmak, acılarla dolu hayal kırıklıkları ve dayanılması zor depresyonlar anlamına geliyor. Dolayısıyla ihtiyacımız olsun veya olmasın, başkası ne tüketiyorsa biz de onu istiyoruz. Geri kalmaktan ölesiye korkuyoruz, çünkü geri kalan “yenilmiş” sayılıyor, asla kaybetmek istemiyoruz. Sosyal medya bu zavallı hâlimize merhem olmak yerine bizi başkalarının “rakibi” kılıyor; bazen dirsek, bazen çelme atıyor, ne pahasına olursa olsun kazanmak istiyoruz.
Başkalarıyla aynı fikirde değilsek onlarla tartışmaya girip akıl yürütmek demode bir çaba artık, şimdi onları görmemek istiyoruz. Ve gerçek hayatın aksine, sosyal medya bize bu imkânı sağlıyor. Sadece bu imkân için bile sosyal medyayı çok seviyoruz. Uyum içinde olmayı değil, güçlü olmayı istiyoruz. Bu bakımdan, yüz binlerce yıl önceki atalarımıza çok benziyoruz. Sosyal medya bize orta yolu değil, uçları gösteriyor, her konuda mutlaka bir taraf seçme zorunluluğu hissediyoruz. Genellikle de -bazen haksız olduğumuzu bilsek de- tarafımızdan vazgeçmiyoruz.
Her platformun kendi öznel koşulları ve atmosferi altında (bkz: Twitter’ın daha karamsar, Instagram’in daha iyimser olması) kamusal benliğimiz ile kişisel benliğimiz arasındaki uçurumu derinleştiren, üstelik bu uçurumun gerçek hayata olumsuz etkilerini dahi her daim lehine çevirebilen sosyal medya sayesinde, farklı ölçeklerde birer şizofreni hastasına dönüşüyoruz. Her gün önümüze çıkan sayısız “veri” içinde bir “ifşa ve karakter pornosu”na maruz kalıyoruz. Mahremiyet hakkımız, tek başına kalabilme özgürlüğümüz, görünmeme ya da duyulmama arzumuz bizden çalındı, artık hepimiz birer sirk palyaçosuyuz.
Algoritma demokrasisi (Levent Erden’in deyimiyle “algoritmokrasi”) yeni yönetim şeklimiz. Algoritmaların takdiriyle düşünüyor, onların takdiriyle haberdar oluyor, tepki veriyor, karar alıyoruz. Beğenilerimizi ve tabii ki en çok da tükettiklerimizi onlar belirliyor. Algoritmokrasi bizi, sanal bir fanus içinde debelenip duran küçük deney farelerine çeviriyor. Ve evet, ürün biziz. Ekranın arkasındaki gücün görmemize izin verdiği veriler ile duygu durumumuzu belirliyoruz, o duygu durumumuza uygun şekilde hemen önümüzde, avucumuzun içinde pazarlanan ürünler arasında seçim yapmaya itiliyoruz. Ticaretten siyasete kadar hayatımızı direkt etkileyecek çok büyük bir etik tartışmanın başlığı bu. Hareket alanı algoritmaların seçenekleriyle belirlenen, bu seçenekler üzerinden attığı her adımı “izlenip kaydedilen”, büyük veriye sürekli yeni istatistikler gönderen, algoritma zekâsına güvenmekten başka bir yol bilmeyen zavallı tüketim şebeklerine evriliyoruz.
Algoritmokrasi; insanı bir şekilde öngörülebilir, tahmin edilebilir, güdülebilir, sevk edilebilir, yönlendirilebilir bir aksama dönüştürüyor. Onu ticari ve politik olarak kolayca yönetilebilir bir nesne kılıyor. Bu, ekranın önünde her adımıyla takip altında olan bizlere karşı, ekranın arkasında görünmeyen, bilinmeyen o gizemli zekâya asimetrik bir güç sağlıyor. Denetimi, liyakati ve genel olarak adaleti karanlık bir otonom otoriteye teslim ediyoruz.
“Bilmek, yaşamaktır.” derler, sosyal medya bilgiye anında ulaşabilme, bu bilgiyi ihtiyacı olan insanlara kolayca iletebilme, toplumsal dayanışma gerektiren konularda hemen bir araya gelip fikirler üretebilme, her türlü otorite karşısında örgütlenip ortak bir ses çıkarabilme, farklı ve faydalı fikirleri etkili şekillerde öğrenebilme, bu öğrenimi günlük hayata aktarabilme, dilini (ve hatta tarihini) bilmediğimiz toplumların kültürlerini tanıyabilme, bu tanışıklık üzerinden küresel bir paydaşlık yaratabilme ve nesiller ya da pozisyonlar arası tecrübe transferini hızlıca gerçekleştirebilme imkânları da sunuyor elbette. En basitinden; istediğimiz her konuda fikir, duygu ve tepkilerimizi özgürce ifade edebileceğimizi, vatandaşlık haklarımızı anbean kullanabileceğimizi hatırlatıyor olmasıyla bile değerli bir nükte. Üstelik sanatın temel varoluş koşulları arasında yer alan merak ve yaratıcılık dürtülerimizi besleyerek özellikle edebiyat, sinema ve müzik dallarında hem üretimi hem de tüketimi besleyen bir güldeste. Yani sadece bir kıyamet tebarüzü değil kesinlikle. Fakat yine de; tüm bu özelliklerine rağmen, bugünün dünyasına yaydığı tehlikeleri görmezden gelmeye çalışmak da nafile.
Bu tehlikelerden bazıları da okuma alışkanlıklarımız üzerine…
Sosyal Medya Ve Okuma Etkileri
Kullanıcılar arası veri alışverişini olağanüstü bir hızla arttıran, bu sayede ana fikrindeki “haberleşme” özelliğini kolayca karşılayıp daha yüce bir motivasyona, hayatla ilgili daha kapsayıcı bir rol üstlenmeye soyunan sosyal medya, sağladığı bu baş döndürücü hızı adeta kutsal bir norm kılarak netameli bir Web 2.0 devrimine imza attı. Söz konusu normlaşma sürecinin mimarı ise Twitter’dı. Tek bir iletide en fazla 140 karakter kullanılabilmesi özelliği, bu platformun hız çağına daha en başından adapte olduğunun ve giderek bu çağın trendsetter’larından biri hâline geleceğinin kanıtıydı. Çünkü kalabalıklar içinde kendini fark ettirme, sürekli bir sonraki “şeye” yetişme telaşında olan milyonların internet üzerinde yavaşlama lüksü olamazdı; ayaküstü her şeyden haberdar olmak istiyorlardı. 140 karakter, işte bu hâletiruhiye için biçilmiş kaftandı. Twitter’ın küresel bir güç, hatta medyanın yeni hâli olmasının ardında işte bu devrimin dönüştürücü etkileri vardı. Twitter sayesinde internet artık derinleşmenin yük sayıldığı; kolayca edinilebilen “hap” bilginin, göz gezdirmenin ve bakıp geçmenin el üstünde tutulduğu bir dünyaydı.
Bu durumun elbette pek çok yan etkisi olacaktı. En basitinden; okuma becerimizi yitirdiğimiz oranda dünyayı okunacak bir kitap olarak değil de, üzerine kendi yazımızı yazacağımız bir defter, boş bir kâğıt, bir “tabula rasa” olarak görme eğilimimiz arttı. Marx’ın “Burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratıyor.” derken kastettiği şey… Bu ifadenin elbette teolojik bir mantığı da vardı. Hani tek tanrılı inanç sistemlerinin temel kabullerinden biri, Tanrı’nın insanı kendi suretinde yaratmış olduğu savıdır ya… Sözde değilse de eylemde, paranın (genel anlamıyla gücün) mantığı da bizzat bu yaratma edimini ele geçirdi; kendisine özgü bir kozmos ve bir insan algısı yarattı. Bu sayede dünya sürekli yeniden yazılan bir eskiz tahtası hâlini aldı. Herkes kendi yazısını dünyaya nakşetmenin ve başkalarına da bunu okutmanın hırsıyla dolup taştı, sosyal medyada içerik “aşırılaştı”; peki ama tüm bunları kim, ne zaman okuyacaktı?
Kullandığımız iletişim araçlarının okuma-yazma, dolayısıyla duygu, düşünce ve davranışlarımıza direkt etkisi yadsınamaz bir gerçek. Alman filozof Friedrich Nietzsche’nin hayatını araştıran Amerikalı yazar Nicholas Carr, ünlü düşünürün 1882’den önce yazdıkları ile 1882’den sonra yazdıkları arasında belirgin bir üslup farkı olduğunu düşününce bunun sebebini araştırdı ve Nietzsche’nin gözleri bozulmaya başladığı için 1882 yılında kalemle yazmayı bırakarak daktiloya geçtiğini anladı. Bu “araç” değişikliği Nietzsche’nin düşüncelerini ve onları ifade şeklini derinden etkilemişti. Carr daha sonra, Nietzsche’nin üslubunun “münazaradan vecizeye, tefekkürden cinasa, belagatten telgraf mesajı üslubuna evrildiği” tespitinde bulunacaktı. Buradan hareketle; medya teorisinin dünyaca ünlü isimlerinden Marshall McLuhan’ın ilk kez 1964 tarihli “Understanding Media: The Extensions of Man” (“Medyayı Anlamak: İnsanın Uzantıları”) kitabında kullandığı o meşhur vecizesine gelelim: “Medyum (iletişim ortamı) mesajın kendisidir.” Her medyumun (veya medyumun çoğulu olan medyanın) sadece mesajın iletildiği pasif bir kanal olarak kalamayacağı; düşünce sürecimizi, algı ve ifadelerimizi şekillendirebileceği gerçeğinin ilk büyük hatırlatıcılarından olan bu söz, aslen, bugünün dünyasında hayatını sosyal medya ile olan ilişkisine göre şekillendiren milyonlara yarım yüzyıl önceden tutulmuş bir aynaydı.
İnternet üzerindeki nüfusun genel dağılımına baktığımızda karşımıza temel bir ayrım çıkıyor: göçmenler ve yerliler. Bugün yaşı 30’un üzerine olan her internet kullanıcısı bir “dijital göçmen”. Yani okumanın ağırlıklı olarak kâğıt üzerinden yapıldığı bir dünyadan gelenler. İnternet evrenine sonradan göçenler. Bu mültecilerin okuma konusunda beyinlerinin işleyişi, “dijital yerliler” olan doğma büyüme internetlilerin beyin işleyişinden farklı. Benim de içinde bulunduğum bu göçmen kalabalığın beyni, yatay bir okuma şekline adapteydi. Yani bir sayfa bittiğinde sağdaki sayfaya geçme üzerine kurulu bir okuma refleksi. Bu; derinlikli, konsantre, uzun okuma yapabilmeye imkân veren bir okuma şekliydi. İnternet evreninin yukarıdan aşağıya doğru uzayan sayfaları ise soldan sağa okuma hızını yavaşlatıyor. Ayrıca okuma güzergâhımızın; tıklandığında bizi menzilimizden koparıp fırlatmaya hazır birer mayın gibi dizilmiş reklamlar, link’ler ve görsellerle dolu olması, eninde sonunda dikkatimizi dağıtıyor. “Retweet”, “fav”, “like” gibi bildirimlerin yoğunlaşmamızı neredeyse imkânsızlaştıran akışı da cabası… Sosyal medyanın teknolojisi, terbiyesini kitap okumadan almış yoğunlaşma meziyetimizi köreltiyor. Bu da özellikle toplumların “okuyan-yazan” bireylerini derin okumalardan hızla uzaklaştırıp kitlelere “okuma illüzyonu” yaşatıyor. Sırf sosyal medyada paylaşılan kısımlarına denk geldiğimiz, hakkındaki iletileri gördüğümüz ya da ilgili birkaç başlık okuduğumuz için “okuduk” sandığımız makaleler, kitaplar var. Bugün pek çok sosyal medya araştırması; paylaşılan birçok makalenin, paylaşan kişilerce aslında tamamen okunmadığı tespitinde bulunuyor. Düşüncelerimiz ve yargılarımızın dayandığı temel, böylesi bir okuma illüzyonundan ve sosyal medyanın sığlığından ibaret hâle geldiğinde algoritmaların yönettiği “yapmacık zekâ”lara dönüşmemiz de an meselesi oluyor.
İşin ilginç yanı ise aslında her geçen gün daha az okuyan bir türe dönüşmüyoruz. Şaşırtıcı gelebilir ama okuma olanağı konusunda tarihin en şanslı kuşağıyız. Bugün gazetecimiz, aydınımız, akademisyenimiz, politikacımız, öğrencimiz ve hele hele sokaktaki ortalama insan, sadece 20-30 yıl önceki muadillerinden değil, tarihteki tüm muadillerinden çok daha fazla okuyor. Yapılan pek çok “internet ve pazarlama” başlıklı reklam araştırmalarına göre; gazete, SMS, reklam, pano, kitap, sosyal medya, TV gibi araçlar üzerinden bir gün boyunca ortalama 100 bin yazılı kelimeye denk geliyoruz. Pazarlama şirketi LikeHack’in derlediği verilere göre, ortalama bir sosyal medya kullanıcısı günde ortalama 54 bin kelime okuyor. Ama internet dünyasının tetiklediği hız ve sürekli bir şeylere yetişme telaşı sayesinde zamanımızı derinlikli okumalar yapmak yerine okunacak şeylere “bakınmakla” geçiriyoruz. Netflix için yapılan “Ne seyretsem diye bakınmaya, gerçekten bir şeyler seyretmekten daha çok zaman ayıracağınız platform” hicvinin vurguladığı ironiyi internet üzerindeki pek çok platformda yaşıyoruz. Yani bir yandan “Kitap okumaya hiç vaktimiz kalmıyor.” ama her gün, bir araya getirildiğinde orta hâlli bir roman oluşturacak büyüklükte içerikler okuyoruz. Evet, çok okuyoruz ama çeşitli yönleri ve sonuçlarıyla “gerçek bir okuma” yapmış olmuyoruz.
İnternet üzerindeki vaktimizin çoğunu kapsayan sosyal medya; duygusal provokasyon yüklü, aşırı, ayrıştırıcı ve reaksiyoner paylaşımın sakin, sağduyulu, kuşatıcı, ilkeli, konunun kompleks yapısını anlama amaçlı paylaşımlara oranla daha hızla kabul gördüğü bir dünya. Rasyonel bir konsensüse ulaşma ve gerçeği ortaya çıkarma arayışının yerini kabileci, grupçu, egoist, zafer odaklı, olumsuz her şeyi karşıt görülenlere yıkma heveslisi bir kakofoni almış durumda. Dolayısıyla sorunlara geniş açılardan daha derin, daha soğukkanlı, daha çözüm odaklı bakanların sesini duymakta zorlanıyoruz. İçinde yaşadığımız döneme “hız çağı” denmesinin sebepleri de bu durumun altında yatan sebeplerle aynı. Çünkü “azami trafik, azami tıklama” amaçlı algoritmalarıyla bizi altından kalkamayacağımız yoğunlukta bir akışa maruz bırakan sosyal medya sayesinde hemen mevcut yargımızı pekiştirecek içeriğe yöneliyoruz. Bize daha çok ürün satabilmek, en azından daha çok reklam gösterebilmek için internet üzerinde daha çok vakit geçirmemize ihtiyaç duyan algoritmaların bu amaç uğruna bizi sevk ettiği, kendimizi daha konforda ve müttefik ortamda hissettiğimiz filtre balonlarının içinde, her günü “yeni tekrarlarla” yaşıyoruz.
2002 yılında Nobel Ekonomi Ödülü kazanan psikolog / ekonomist Daniel Kahneman’ın 2011’de yayımladığı “Hızlı ve Yavaş Düşünme” adlı kitabında “Sistem 1” ve “Sistem 2” olarak bahsettiği iki düşünce arasındaki fark, bugünün sosyal medya atmosferini sağlıklı analiz edebilmemiz adına bize pek çok düşünsel altyapı sağlıyor. Sistem 1, özetle; türümüzün yüz binlerce yıllık evriminde doğada var olabilmek için geliştirdiği ilkel düşüncelerimizin genel adı. Üzerinde derin tayinler yapma fırsatımızın olmadığı durumlara hizmet eden, anında tepkiye dayalı, “hızlı” bir düşünce sistemi. Otomatik, zahmetsiz, çok çabuk ve kestirmeden tamamlıyor kendini. Ön yargılara, bilinçaltı müktesebatına ve ilkel duygulara dayanan, hemen yargıya varan bir saman alevi. İki cümlede her şeyi anlatan Twitter aforizmaları, yüzeysel bir algıya ihtiyaç duyan Facebook “meme’leri” ve tek kare fotoğraf üzerine bina edilmiş “düşüncelere” sahip Instagram görselleriyle bugünün sosyal medyası, Sistem 1 için ideal bir periferi. Sistem 2 ise, yine özetle; ariflere, mütefekkirlere, aydınlara özgü, tarta tarta, farklı açılardan baka baka, bilmediği, anlamadığı, kaçırdığı noktaları olabileceğini hesaba kata kata anlamaya çalışan “yavaş” düşünme şekli. Gayret ve zahmet gerektiren, saman alevi gibi parlamayan, ahlaklı, mantıklı ve tutarlı olmaya değer veren, farklı açıları da görmeye çalışan bir düşünce süreci. Yaklaşık altı bin yıl önce sürülerimizdeki keçi sayımızı veya ambarımızdaki buğday miktarını hesaplama çabasıyla gelişmeye başlayıp bugün en kompleks ayrıntılara dikkat edebilen insan beynine ulaşmamızı sağlayan düşünce veçhesi. Uygarlığı doğuran şey. Sistem 2’nin ideal medyumu uzun, derinlikli okumalar, kitap ve akademi. Günün sonunda insan olarak beynimizin her iki düşünce tarzına ihtiyacı olsa da, uygar bir toplum için olmazsa olmaz bir karinedir Sistem 2.
Kullanıcıları genel olarak Sistem 1 tarzı düşünceye iterek derinleşmeden, yoğunlaşmadan, nüanslardan uzaklaştıran sosyal medya; aynı zamanda yanlış bilgilendirme etkisi (misinformation effect – mizenformasyon) denen psikolojik etkiye de son derece uygun hâle getiriyor bizi. Gerçeği perdelemek için kasıtlı olarak yanlış bilgi vermeyi ifade eden “dezenformasyon”dan (Ki bu da sosyal medyanın en büyük sorunlarından biri.) farklı olarak mizenformasyon, farkında olmadan yanlış bilgilendirme demek. Önümüzde hızla akan veri paylaşımları arasında, zaman zaman, öyle olmuş olabileceğine inanmaya hazır olduğumuz için bir bilgiyi doğrulamaya ihtiyaç duymadan paylaşmakta beis görmüyor, mizenformasyona neden olabiliyoruz. Mizenformasyon etkisi sayesinde ön yargımızı destekleyen yanlış bir bilgiyi, yanlış olduğunu öğrendikten sonra bile unutmazken, fikrimizi desteklemeyen doğru bilgileri hafızamızdan silebiliyoruz. Sistem 1 tarzı düşünceyi besleyen sosyal medya; düşünce dünyamızı yanlış iddialarımızın ve sığlığımızın kölesi yapıyor. Bir kitaptan veya internetten yaptığımız kapsamlı ve derin okumalar bize sakin, basiretli, geniş açılı fikirler kazandırırken, üstelik günlük gelişmeleri bile anlık heyecanlardan değil, nedenleri ve sonuçları ile daha geniş perspektiften anlamamıza yardım ederken; sosyal medya kaynaklı yüzeysel okumalar telaşlı, panik, paranoyak ve sansasyonel düşünce yapısına hizmet ediyor. Saman alevinden uygarlığın sonunun geldiğini düşündürecek bir ruh hâlini oluşturuyor. Korku ve paranoya insanları aşırılığa, Sistem 1 merkezli düşüncelere itiyor. Genel olarak zihinsel ve entelektüel sığlık isteyen, birbirinin kopyası komplo teorilerinin kürenin her yerinde orijinalmiş gibi kabul görebilmesinin altında da zaten sosyal medyanın tetiklediği “hız” muhtaçlığıyla beslenen Sistem 1 tarzı düşünceler yatıyor.
Tüm bunların yanında; küresel düşünce dinamiklerinin, yani “zamanın ruhunun” da sosyal medyanın okuma-yazma üzerine etkileriyle yoğun bir alakası var. Nasıl ki roman ve edebiyatın 17. Yüzyıl’dan itibaren dünya çapında yaygınlaşmasıyla empati dairesinin genişlemesi, hukuk devleti, şeffaflık, kuvvetler ayrılığı, insan hakları, ifade özgürlüğü, bireysel inanç özgürlüğü, kültürlere ve çeşitliliğe saygı gibi konseptlerin yükselişi arasında bir bağ var ise; son 10 yılda kürenin dört bir yanında bu konseptlerin ve ilkelerin aşağılanmasına paralel olarak ırkçılık, nasyonalizm, yabancı düşmanlığı, bencillik, çıkarcılık, diktatörlük, etik değerlerin hiçe sayılması, fanatik dincilik, hamaset, nefret ve komplo teorilerinin yükselişinde de sosyal medyanın dayattığı yüzeyselliğin bir etkisi var. Öte yandan bir de şu var: Okumak, aydın ve arif bir insan olmak, ulaşılıp kalınan, sabit bir sosyal statü veya bir ünvan değil; derinlikli okuma, anlama çabası ve karşılaştırmalı düşünme eyleminin sağladığı bir perspektif. Beslenmesi durunca, perspektif de kaybedilir. Bize yeni açılar kazandıran perspektife sahip bazı insanların bir süre sonra birer sığ demagoga ya da propaganda papağanına dönüşebilmesi bundan. “Vakit bulamadığımız” için hiç kitap okuyamayan bir insana dönüşünce, sadece öğrencilik yıllarımızda veya yaşamımızın bir bölümünde okumuş olduklarımızla “aydın” bir insan olamayız. Ayrıca yaşamlarının bir döneminde zihinsel beslenmeyi bırakmış olan aydınlar da her daim aydın kalamazlar. Fiziksel olarak aktif olmayı bırakıp abur cubur yemeye başladığımızda bedenimizi zinde ve sağlıklı tutmak ne derece mümkünse, kitap okumayı bırakıp sosyal medyadan abur cubur okumalarla düşünce dünyamızı kuşatıcı, zinde, anlamaya ve tanımaya açık tutmak da o derece mümkün. Bütün okuma faaliyetimiz sosyal medyadaki sığ ve anlık okumalardan ibaret hâle gelmişse, günün sonunda sığlaşma ele geçirir benliğimizi büsbütün.
Nereye Götürecek Bu Akış?
Sosyal medyanın son 10 yılda giderek güçlenen Web 2.0 hâkimiyeti ve bugün kürenin adeta “iletişim tekeli” hâline gelmesi, sadece kendi “marifetiyle” açıklanabilecek bir durum değil. Önceki muadillerinin zamanın ruhuna ayak uyduramamaları, teknoloji karşısında âtıl durumda kalmaları ve pek çok açıdan hayal kırıklığı yaratmaları da büyük etken. İletişim araçlarındaki teknolojik gelişim, hep yeni devin bir önceki devi yutmasına sebep olmuştu. Gazete ve radyo arasında dengeli ilerleyen amirallik yarışı, televizyonun her eve girmesiyle son bulmuş, uzun yıllar bu siyah ekran hayatımızın orta yerine kurulmuştu. Yaklaşık 40 yıl boyunca gündemi, kültürü, sanatı ve siyaseti, geniş açıdan pek çok parametresiyle “belleğimizi” o siyah ekran belirledi. 2000’lerle birlikte internetin her eve girebilecek kudrete ulaşması ve 2010’lardaki mobil internet kuşatmasıyla iletişim karargâhında zirveyi sosyal medya ele geçirdi. Önceki gelişimlerden farklı olarak yapısal, mantıksal ve biçimsel açılardan muadillerinin (gazete, dergi, radyo, TV) tüm kilit özelliklerini yerine getirebilecek altyapısı ve üzerine ekstra yüklediği dönüştürücü melekeleriyle sosyal medya; bir koalisyonun değil, diktanın peşindeydi. Gazeteler popülizm rüzgârlarıyla giderek kutuplaşan toplumlar içinde habercilik erdemleri yerine ticari hamlelerle günü kurtarma gayesine düşünce, dergiler sosyal medyanın hızına boyun eğince, radyo ve TV’ler ise genel olarak internetin ses ve görüntü teknolojilerindeki olağanüstü becerileriyle baş edemeyince yarıştan yavaş yavaş çekildiler, bugünün manzarasında “çıkmayan candan umudun kesilmediği” birer numune hâline geldiler. Medyanın -yasama, yürütme ve yargı dışındaki- “4. güç” olarak kabul edilmesiyle ona bahşedilen tüm meşruiyetler, sosyal medya diktatörlüğünce ele geçirilince, bu aynı zamanda politik açılardan devletlerin pek hoşuna gitmeyen bazı tabansal gelişmeleri de beraberinde getirdi (bkz: sokak hareketlerinin, kitlesel protestoların, otorite karşıtı eylemlerin en çok sosyal medya üzerinden örgütlenmesi). Nihayetinde klasik medyanın köhneleşme sürecinin sebebi olmasa bile bu süreci kesinlikle hızlandıran sosyal medya, bugün gelinen noktada bizi kendi öznel koşullarının yarattığı “karanlığa” mahkûm etti.
Peki bu karanlıktan çıkış yok mu? Tarihin tekerinin uzun vadede her zaman ileriye döndüğüne inanan biri olarak; şahsen tehlikeyi fark etmeye başlayan birey sayısındaki artışa güveniyor, Andy Warhol’un meşhur vecizesinin tersi istikametinde “bir gün herkesin 15 dakikalığına ünlü olmaktan vazgeçeceğini” ve bu vazgeçişin bir uyanış yaratacağını düşünüyorum. Bu yazıyı hazırladığım sırada tesadüfen denk geldiğim bir sosyal medya kullanıcısı olan Yalçın Arı; “İletişim bir imkân meselesidir. Teknoloji bu imkânları arttırmıştır. Seçeneklerin çokluğu karar verme biçimimize de etki etmiştir. Verdiğimiz kararların çoğunda teknolojinin işgali altında bir zihin vardır. O yüzden kararlarımız sadece bize ait olmayabilir.” diyor. İşte bu farkındalığın yaratacağı kelebek etkisiyle karanlığın çatlayacağını, ışığın içeriye sızacağını öngörüyorum. Yine de yüz şeklimiz, mimiklerimiz, ses rengimiz, retina bilgimiz, parmak izimiz, vatandaşlık numaramız, ikamet adresimiz, çalıştığımız iş yeri, pozisyonumuz, kredi notumuz, alışveriş dinamiklerimiz, aylık harcama kalemlerimiz, anlık konumumuz, internette bıraktığımız izler, kişisel bilgilerimizi paylaştığımız siteler gibi pek çok parametrenin bir araya gelmesiyle oluşan “büyük veri” ile nesnelerin interneti ve algoritmokrasileri belirleyen yapay zekâ bir araya geldiğinde; sosyal medyanın yarattığı karanlığın asıl büyük tehlike olmadığını da biliyorum. Tabii bir de bu yazı; insanlık ırkının ilelebet kalıcı olacağı ezberiyle yetişmiş nesillere ait bir bakış açısına sahip. Peki ya ırkımızı, bugün günlük hayatta yoğun miktarda kullansak da toplumsal ölçekler ve etik, hayati meseleler söz konusu olduğunda gizli bir tehlike olarak addettiğimiz gelişmiş yapay zekâ teknolojisinin üreteceği robotlar devam ettirecekse? Bizi gelecekte onlar temsil edecekse? Üstelik burada bile değil, başka üsler ya da gezegenlerde? Bu olağanüstü çetrefil konuyu ise başka yazılara saklıyorum…