Geçmişin İzi, Geleceğin Gölgesi

Antroposen çağı en kritik dönemeçlerinden biriyle karşı karşıya.

Adına hayat dediğimiz evrim döngüsü, ister insanlık tarihi açısından ele alalım ister daha geniş açıdan canlılığın devinimi olarak, bir şekilde hep “adapte olanın”, yani “kazananların” tarihini önümüze serdi. Ve bu pek çok doktrinde eksik, çoğu zaman yanlış çözümlemeleri beraberinde getirdi. Üstelik sanılanın aksine bu düzen pek de değişmedi. Evet, sürekli gelişen (ve gelişim hızını da sürekli yükselten), beşerî melekelerini giderek derinleştiren teknoloji “herkesi ve her şeyi” tarihin bir parçası kılabiliyor. Bu bize hem bildiğimiz(i sandığımız) geçmişle ilgili hem de bilemediğimiz o meşkûk gelecekle ilgili bir şeyler söylüyor. Mesela artık insanlığın attığı her adımın kaydı iki taraflı düşülüyor. Kazananlar kadar, kaybedenler de sözlerini söylüyor, tarihe not düşüyor, bu anlamda geleceği şekillendiriyor. Fakat öte yandan post-truth kavramı, yazı öncesi (bkz: “tarih öncesi”) dönemin parametrelerine bizi geri götürerek (üstelik yazı da dâhil olmak üzere tüm iletişim araçlarını kullanarak) tamamen kurgusal ve öznel bir tarih yazımını mümkün kılıyor, bu anlamda hakikate postmodern bir cenaze töreni kılıyor. 21. Yüzyıl’ı önceki çağlardan tamamıyla farklı kılan detaylardan sadece biri bu. Ve 21. Yüzyıl, geçmişten günümüze tüm insanlık tarihi açısından ele aldığımızda, geleceği şekillendirme konusunda en muktedir çağ olarak dikkat çekiyor. En azından bu konunun evrensel gündeme bilinçli bir şekilde alındığı ve uluslararası bir reflekse dönüştüğü ilk çağ olma özelliği taşıyor. Zira bugüne kadar insanlığın “öncelikli” derdi, günü kurtarmaktı. Bugün -en genel çerçevesiyle- yarınını düşünebilecek, hatta bizzat kurabilecek olanaklara, “refaha” ulaştı. Geçelim birkaç asır öncesini, sadece 50 yıl öncesine göre bile olağanüstü boyutlarda gelişen, bu tüyler ürpertici gelişmeye paralel olarak gündelik hayatın içine yoğun biçimde dâhil olup bireyin hemen her hareketine doğrudan etki edebilme kapasitesine erişen teknoloji; beraberinde geliştirdiği pek çok olay, olgu, kavram ve fitilini yaktığı kültürel dönüşüm ile insanlığı bugünden ziyade yarınla ilgili hareket etmeye bir anlamda itiyor. Dün ve bugün artık kimseye yetmiyor, bizi aslen yarın ne olacağı ilgilendiriyor. Peki insanlığın gelecekle randevusunda yeni bir eşikle yüzleştiği bugünden baktığımızda o netameli gelecek tahayyülünde neler beliriyor?

Sosyolog veya tarihçi değilim. Ama tutkulu bir merak beslediğim alanların başında sosyoloji ve tarih geliyor. Bu bağlamda türümüzün dünya üzerindeki geçmişine her dönemiyle ilgi duyuyor, çeşitli başlıklar altında sık sık okuma ve araştırma yapıyorum. Son birkaç yıldır -çevresel etkilerin de kaçınılmazlığıyla- bu ilgimin yoğun olarak geleceğe yöneldiğini hissediyor ama ufuk çizgisine bakmadan önce, bugüne kadar olan biteni -en azından belli başlı bazı kalıplar içerisinde- temellendirip anlamak ve kavramak gerektiğini düşünüyorum. Bence eksik olduğumuz noktalardan biri bu. Geleceğe dair tahayyüller oluşturmaya çalışırken geçmiş hakkında yeterli merak, bilgi, donanım, bakış açısı ve birikime sahip olmamamız. Bugüne kadar olan bitenden kastım, her şeyin başladığı o ilk andan bugüne türümüzün (ve tabii dünyanın) tarihini şekillendiren tüm kritik gelişmelerden söz ediyorum… Şöyle bir bakalım… Son yüz yılda fizikçiler arasında geniş kabul görmüş “tekillik noktası” teoremini ele alırsak, 13,8 milyar yıl önce enerji ve maddenin ortaya çıktığı “Büyük Patlama”yı zaman dâhil her şeyin sıfır noktası olarak belirliyor ve böylece fiziğin ortaya çıkışından bahsedebiliyoruz. Bu noktadan hareketle, atom ve moleküllerin oluşmasıyla kimyayı elde ediyor, 4,5 milyar yıl önce yeryüzü gezegeninin, yani evimizin oluştuğu bilgisine ulaşıyoruz. Dünya adını verdiğimiz bu evin ilk hâlinden bugüne sayısız değişim yaşadığını keşfediyor ve bunları jeolojik olarak sırasıyla Proterozoik, Paleozoik, Mezozoik ve Senozoik devirler olarak adlandırıyoruz. Her bir jeolojik devir, hem dünya üzerindeki iklim ve canlı çeşitliliğini hem de yeraltı kaynakları ve yeryüzü şekillerinin (kıtalar, adalar, okyanuslar, denizler, nehirler, göller, dağlar, ovalar, ormanlar vb.) oluşumunu belirleyip bu sayede canlı evriminin yol haritasına adeta müdahil oluyor. 3,8 milyar yıl önce yine bu gezegen üzerinde organizmaların ortaya çıkmasıyla biyolojiye ulaşıyor, bitkilerin yanı sıra kendi başına bağımsızca hareket edebilen canlıların oluşup türlerinin artmasıyla hayvanlar âlemine kavuşuyoruz. Yaklaşık 6 milyon yıl önce ise hayvanlar âleminin “memeli” mensuplarından primatların bir çeşidi olan “büyük insansılar familyası”na bağlı Homininae alt türünden insanlar (homo) ile şempanzelerin (pan) son ortak büyükannesinin (Hominini) yaşadığını tahmin ediyoruz. Bugün adına Afrika dediğimiz kara parçasında 2,5 milyon yıl önce çeşitli homo türlerinin ilk evrimlerini geçirmeye başladıklarını, ilk taş aletlerin kullanıldığını varsayıyor, 2 milyon yıl önce ise farklı insan türlerinin Afrika’dan Avrupa’ya, Asya’ya göç edebildiklerini düşünüyoruz. Bu insan türlerinden Neandertallerin yaklaşık 500 bin yıl önce Avrupa ve Orta Doğu’da ortaya çıkmaya başladıklarını tahmin ediyor, 300 bin yıl önce ateşin günlük kullanımının arttığını varsayıyor, yine aynı dönemlerde Homo Sapiens’in atalarının ilk kez Doğu Afrika’da ortaya çıktıklarını varsayıyoruz. Yaklaşık 70 bin yıl önce insanlar arasında ortaya çıkan kurgusal dili “bilişsel devrim”in başlangıcı olarak niteliyor, 13 bin yıl önce yok olan Homo Floresiensisler sonrasında hayatta kalan tek insan türünün Homo Sapiens olduğu bilgisine ulaşıyoruz. Avcı-toplayıcı bir hayat süren Homo Sapiens, 12 bin yıl önce “tarım devrimi” ile toprağı ve bitkileri çeşitli amaçlar uğruna (başta karın doyurmak) kullanabilmeyi keşfediyor ve sürekli hareket hâlinde olduğu göçebe hayattan yerleşik hayata geçip evler inşa etmeye, geniş aileler kurmaya, toplum kavramının temellerini atmaya ve hayvanları evcilleştirmeye başlıyor. Başka bir deyişle, insanlık doğayla mücadelesinde ilk kez soluklanma fırsatı yakalıyor… Bundan sonrası, türümüz için bir şahlanış, depara kalkış… İnsanlık tarihini enine boyuna incelerken tarım devrimini genellikle kilometre taşı olarak kabul ediyoruz. Dünya çapında bugüne dek yapılmış tüm arkeoloji çalışmaları neticesinde ise Mezopotamya’nın (Bugün Orta Doğu’da Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan bölge) insanlık tarihindeki ilk “medeniyetlere” ev sahipliği yaptığına kanaat getiriyoruz. Bu bağlamda bilinen en eski uygarlığın Sümerler olduğunu düşünüyoruz. Yaklaşık 5000 yıl önce yazıyı ve tekerleği icat eden, ilk krallıklarını kuran insanoğlu; Sümerler döneminde dil, tıp, astronomi, matematik, fal, büyü ve mitoloji gibi alanlarda gelişme göstermeye başlıyor, inanç sistemlerini ilk olarak çok tanrılı dinlerle yaygınlaştırıyor. 4250 yıl önce dünya, ilk imparatorluğa (bkz: asırlar boyu Mezopotamya’da süren teokrat tapınak şehir yönetimine son verip yerine merkezi devlet anlayışı ve güçlü bir memur mekanizmasıyla idare edilecek yeni bir devlet kuran Kral Sargon’un yönettiği Akad İmparatorluğu) ev sahipliği yapıyor. 2500 yıl önce madenî para icat ediliyor, Pers İmparatorluğu ile “tüm insanların yararına” evrensel bir siyasal düzene ilk kez tanık olunuyor, Antik Yunan Uygarlığı ile insan temelli aydınlanmanın temeli atılıyor. Yine yaklaşık 2500 yıl önce din kavramı insan hayatında (ve dolayısıyla devlet yönetiminde) giderek daha büyük rol oynamaya başlıyor. Zaman içinde dinler tarihi İbrahimî dinler (Bahâîlik, Dürzîlik, Hristiyanlık, İslam, Sâbiîlik, Rastafaryanizm, Yahudilik) ve İran dinlerinden (Mani dini, Mitraizm, Zerdüştlük, Yezdânizm) oluşan Orta Doğu dinlerinin yanı sıra Hint dinleri (Budizm, Hinduizm, Jainizm, Sihizm) ve Uzak Doğu dinleri (Konfüçyüsçülük, Şinto, Taoizm) önderliğinde ilerliyor. Yine zaman içinde dinler, ülke yönetimleri ve insanlığın genel değer yargıları üzerinde çok büyük etkilere sahip oluyor. Örneğin Hristiyanlığın birkaç asır içinde çok hızlı yayılması (özellikle Roma İmparatorluğu’nun bu dini benimsemesiyle), evrensel zaman kavramının dahi Hristiyanlık ekseninde yenilenmesine sebep oluyor (bkz: Hristiyanlığın peygamberi İsa’nın doğduğu yılı birinci yıl, yani milat olarak “tarih başlangıcı” kabul eden, dolayısıyla takvim anlayışını “İsa’dan Önce” ve “İsa’dan Sonra” diye ikiye ayıran, Dünya’nın Güneş etrafındaki dönüş süresi olan 365 gün 6 saatlik zamanı 1 yıl olarak kabul eden, senede sadece 10,8 saniye hata oranıyla en güvenilir takvim olma özelliğini kazanıp kendinden önceki Jülyen takvimi tarih sahnesinden silen ve bugün hâlâ tüm dünyada en yaygın olarak kullanılan Gregoryen Takvim). Öte yandan Roma İmparatorluğu -özellikle de 3 bin yıllık Mısır İmparatorluğu’nu fethedip Akdeniz’e tamamen hâkim olduktan sonra- bugün Çin Halk Cumhuriyeti’nin bulunduğu topraklardaki köklü, güçlü krallıklar ve imparatorluklarla birlikte insanlığın hâlâ hizmetinde olan pek çok bilimsel, beşerî, ekonomik ve coğrafi gelişmenin temelini atıyor. Ve fakat yaklaşık 1600 yıl önce dramatik iklim değişiklikleri sonucunda doğu ve orta Asya’dan tetiklenip batıya hedeflenen Kavimler Göçü sebebiyle tüm Akdeniz havzası da dâhil olmak üzere Avrupa’nın neredeyse tamamının beşerî, siyasi, dini, ekonomik ve askeri yapısı yeniden şekilleniyor. Kavimler Göçü, Roma İmparatorluğu’nun doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrılmasına (ardından Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasına), göç eden kavimlerin Avrupa nüfusuna karışması sonucunda yeni milletlerin doğmasına, Avrupa’da derebeylik (feodalite) rejiminin ortaya çıkmasına ve adına daha sonra Orta Çağ denecek olan döneme geçiş yapılmasına sebep oluyor. Orta Çağ’ın kültürel ve siyasi açıdan neredeyse tüm dünyayı zincirleme bir şekilde etkileyen, farklı kültürler arasında bilgi, ürün ya da yöntem alışverişini bazen mümkün kılan, bazen de hızlandıran en önemli olayları arasında ise Haçlı Seferleri (Müslümanların elindeki Orta Doğu topraklarına 1096-1272 yılları arasında Avrupalı Katolik Hristiyanların genellikle askeri ve siyasi kontrol kurma hedefiyle düzenledikleri akınlar bütünü) ve insanlık tarihinde kaydedilen en ölümcül salgın olan Kara Veba (Çin ve Orta Asya’da başlayıp 1347’de Kırım’da bir Ceneviz ticaret merkezini kuşatan Moğol ordusunun vebalı cesetleri mancınıkla kentin içine atmasıyla Avrupa’ya taşınan ve 1346-1353 yılları arasında yaklaşık 200 milyon kişinin ölümüne yol açan bulaşıcı hastalık) yer alıyor. Öte yandan Orta Çağ’ın en büyük coğrafi gelişmelerinden biri olarak, “yeni kıta” Amerika’nın keşfi ile dünya haritası yeniden çiziliyor. 1500’lü yıllardan itibaren Avrupalı devletlerin bu yeni kıtadaki yerlileri köleleştirip (ya da soykırımdan geçirip) kendilerine koloniler kurmasıyla dünya hem ekonomik hem askeri hem de siyasi anlamda yepyeni bir sürece geçiş yapıyor. Tam da bu noktada Avrupa kökenli Rönesans ve Reform hareketleri tarihin akışını değiştiriyor. Bir bakıma Orta Çağ’ın bitip, adına daha sonra Yeni Çağ denecek dönemi başlatan bu iki büyük aydınlanma hareketi ile insanlık; düzeni, gelenekleri, öğretileri, yönetimleri, dini, eğitimi, kültürü, sanatı, kısacası hayatına dâhil olan hemen her şeyi sorgulamaya başlıyor ve bir anlamda “bilimsel devrim”in fitilini yakarak türümüzü uzaya çıkaracak olağanüstü sıçrayışın temelini atıyor. Bu anlamda 15’inci, 16’ncı ve 17’nci yüzyıllar insanlık tarihinin en kritik dönemeçleri arasında yer alıyor. Zira aslen bilim, sanat ve felsefe alanlarındaki aydınlanma çabasının adı olan ve matbaanın icadı sonrası yazılı belgelerin hızlıca yayılabilmesi avantajıyla radikal bir etkiye ulaşan Rönesans ile Hristiyanlık özelinde dini bir yenilenme hareketi olan Reform’un Avrupa’da “estiği” bu üç yüz yıl sonrasında, kabaca bugünkü dünyanın temelleri atılıyor. Yaklaşık 200 yıl önce yine Avrupa’da filizlenen ve makinelerin insan hayatına etkisini yükselten Sanayi Devrimi sayesinde özellikle tarımsal, teknolojik, tıbbi ve askeri alanlarda kaynakların hızlıca işlenebilmesi, ham maddelerin çeşitli ürünlere hızlıca dönüşebilmesi ve bu iki durumun tetiklediği onlarca ekonomik fırsatın ortaya çıkması doğrultusunda ise Homo Sapiens artık Homo Sapiens Sapiens (Düşündüğünü Düşünebilen İnsan) alt koluna evrimini adeta kutlama noktasına geliyor, diğer canlı türleri ile karşılaştırıldığında gezegende ezici bir üstünlüğe erişiyor. Bugün etkisi o gezegenin sınırlarını bile aşmış olan, bilimsel vasfını sürekli arttıran, ömrünü ortalama 80 yıla uzatan, pek çok dışsal soruna çözüm sunmayı başaran, yapay zekâ temelli akıllı tasarımlar sayesinde kendine adeta yeni bir tür yaratma kudreti bahşederek neredeyse “tanrılaşmaya” başlayan insanlığın geçmişi kabaca bu şekilde işte…

Milyarlarca yıllık Dünya üzerindeki milyonlarca yıllık evrimi süresince temel varoluşsal kodu “hayatta kalmak” olan, bu uğurda nefes almayı, hissetmeyi, görmeyi, duymayı, koklamayı, düşünmeyi, anlamayı, anlamlandırmayı, iletişim kurmayı, karnını doyurmayı, emeklemeyi, doğrulmayı, ayağa kalkmayı, yürümeyi, koşmayı, zıplamayı, üremeyi, sosyalleşmeyi, konuşmayı, yazmayı, savaşmayı ve belki de en önemlisi hayal kurup nesnel gerçeklik dışına taşmayı (bkz: din, tanrı, ulus, ülke, devlet, para, hak, hukuk, adalet, ahlak vb.) öğrenen insanlık; bireysel ölçekte pek çok hayvana karşı fiziksel / anatomik açılardan güçsüz olsa da, “kolektivist” özellikleriyle onlar üzerinde mutlak bir hâkimiyet sağlıyor. Bire bir karşılaşmalarda zaman içinde geliştirdiği tekniklerle ve / veya çeşitli araçlarla / silahlarla hayvanları alt edebilse de, asıl büyük avantajını toplumsal angajmanıyla yakalıyor. Büyük kitleler hâlinde uyum içinde yaşayabilme ve duruma göre esneyebilen stratejiler dâhilinde toplu olarak hareket edebilme kabiliyeti sayesinde, hayvanları adeta boyunduruğu altına alıyor. Hayvanlar âleminin çoğunlukla sosyal olmayan türlerden oluşması, sosyal türlerin ise insanların aksine büyük kitleler hâlinde uzun süre uyumla ve değişken stratejiler dinamiğiyle yaşayamaması, Homo Sapiens’i evrim basamaklarında hızla tırmandırıyor. Bu hıza paralel olarak zaman içinde fiziği, kimyayı, biyolojiyi, matematiği, geometriyi, astronomiyi, coğrafyayı ve felsefeyi öğreniyor, kendi kültürlerini yaratıyor, iletişim araçlarını geliştirip bu kültürleri çoğaltıyor. Dini icat ediyor ve inanç güdüsünü pragmatikleştirip kalıplaştırıyor. “Tüm insanlığın inandığı tek kurgusal hikâye” olan parayı icat ediyor ve üretim-tüketim ihtiyacını araçsallaştırıyor. Devleti icat ediyor ve toplu halde yaşamayı sistematikleştirip medeniyetleri, uygarlıkları yaratıyor. Nüfusu arttıkça çeşitli yöntemlerle farklı yönetim / düzen yapılanmaları ortaya çıkarıyor. Bu süreçte iktidar kaynağı olarak demokrasi (doğrudan, temsilî, delege usulü), monarşi (mutlak, parlamenter, ırsî, seçimli), oligarşi (aristokrasi, meritokrasi, cunta, plütokrasi, stratokrasi, talassokrasi, teknokrasi, timokrasi) ya da otoriteryanizm (otokrasi, despotizm, diktatörlük, totalitarizm) öne çıkıyor. Aynı zamanda anarşizm, kritarşi, cumhuriyet ve teokrasi örnekleri de kitlelere ulaşıyor. İktidar yapısı olarak ise konfederasyon, federasyon, hegemonya, imparatorluk ve üniter devletler tarihe yazılıyor.

Taşı araçlaştırmayı, ateşi kullanmayı, toprağı ekmeyi, hayvanları evcilleştirmeyi öğrenen, böylece habitatına karşı belli bir kontrol ve konfor noktasına erişen insanoğlu yerinde saymıyor. Takası, yazıyı ve sanatı öğreniyor, antropolojik anlamda hızla özgünleşip gelişim gösteriyor. Tekerleği, çiviyi, kâğıdı, mürekkebi, mektubu icat ediyor. Yeraltı kaynaklarını keşfediyor. Petrolü, metali, kurşunu, altını, demiri, çeliği işliyor. Betonu, barutu yaratıyor. Pamuğu, yünü, ipeği, keteni işliyor, kumaşı yaratıyor, iklime karşı güç kazanıyor. Parayı, matbaayı, gazeteyi, kitabı basıyor. Pusulayı, buhar makinesini, ampulü, plastiği, gözlüğü, saati icat ediyor. Gökyüzüne bakıyor, yıldızlara dalıyor, dünyanın şeklini anlıyor. Elektriği buluyor, pili, teleskobu, mikroskobu, lazeri yaratıyor. İlaçları ve aşıları icat ediyor, kalp ve beyin ameliyatları gerçekleştiriyor, organ nakilleri yapıyor. El arabasını, at arabasını, bisikleti, otomobili, gemiyi, treni, uçağı, helikopteri, roketi, uzay aracını, drone’u icat ediyor. Evler, sığınaklar, hanlar, saraylar, şatolar, kaleler, okullar, tapınaklar inşa ediyor. Amfitiyatrolar, agoralar, şehirler, metropoller yaratıyor. Kütüphaneler, laboratuvarlar, hastaneler ve zindanlar yapıyor. Stadyumlar, pistler, gökdelenler, geçitler, tüneller, köprüler, limanlar ve barajlar tasarlıyor. Mimari ekoller yaratıyor. Fotoğraf makinesini, kamerayı icat ediyor. Sinemayı yaratıyor. Telgrafı, radyoyu, telefonu, televizyonu, telsizi, hesap makinesini, bilgisayarı, faks makinesini, cep telefonunu, interneti, sosyal medyayı, yapay zekâyı, kripto parayı yaratıyor. Ay’a ayak basıyor, Mars’a araç yolluyor, kuyruklu yıldızdan veri topluyor. Galaksileri, kara delikleri keşfediyor, başka gezegenlerde yaşam arıyor. Nükleer enerji, nanoteknoloji ve biyoteknoloji atılımlarıyla hem türünün hem de yeryüzünün organik yapısına müdahale edebiliyor, onları belli noktalarda iyileştirebiliyor, geliştirebiliyor. Kısacası tarım devrimi ile doğaya hükmedebilmeye başlayan insan, bilimsel devrim ile kendi beynine, sanayi devrimi ile geleceğe hükmediyor.

Büyük insanlık ailesinin gelişimi elbette sadece ilerlemeden ve yükselmeden ibaret değildi, birkaç kişilik avcı-toplayıcı gruplardan milyarlarca nüfuslu devasa ülkelere varan süreç oldukça sancılı geçti. Zaman içinde aileler, boylar, kavimler, beylikler, hanedanlar, krallıklar, imparatorluklar, diktalar, fraksiyonlar, ırklar, uluslar, mezhepler, sınıflar, demokrasiler ve cumhuriyetler nezdinde nice savaşlarla, güçlü-güçsüz çekişmesiyle, azınlık-çoğunluk mücadelesiyle bugünlere gelindi. İnsanlık tarihi, bir anlamda savaşların da tarihi. Baskınların, işgallerin, fetihlerin, muharebelerin, kuşatmaların, kolonizasyonların, dekolonizasyonların ve terör eylemlerinin… Kendinden başka diğer tüm canlıları alt edebilen insan, namlusunu kendi türüne çevirdi… Bu uğurda nice türdeşini ve hayvanı katletti. Toprağa, bitkilere, havaya, topyekûn doğaya zarar verdi. Zaman içinde beylikler yıkıldı, imparatorluklar parçalandı, krallıklar, diktatörlükler ve cuntalar azaldı ama dünya toplumları hiçbir zaman kalıcı, ideal, kusursuz bir barış ortamına kavuşamadı… Sınırlar çizildi, silinip baştan çizildi, haritalar değişti, insan hakları gelişti, hukuk önünde herkesin eşit olduğu, anayasal düzenlere sahip ulus devletler çağına geçildi ama sınıfsal, ırksal, cinsel ya da dinsel çekişmeler bitmedi. Öte yandan salgınlar, doğal afetler, iklim değişimleri, ekonomik krizler ve göçler insanlık tarihini derinden etkiledi. İletişimin hızlanması ve yaygınlaşması dünyayı küçültüp globalleşme ve kozmopolitleşme fikirlerini büyütse de, popülist siyaset ve kutuplaştırıcı söylemler etkisini yitirmedi. Bugün artık Antroposen Çağı’nda (insanoğlunun dünyaya etkisinin en üst düzeye çıktığı, Sanayi Devrimi’nden bu yana devam eden dönem) yaşıyoruz. Tüm gezegeni biz kontrol ediyoruz. Diğer canlı türlerinin yaşam haklarına, alanlarına ve olanaklarına biz karar veriyoruz. Afrika’nın ücra bir köşesinde karnını doyurmaya çalışan önemsiz maymunlardan, tanrılaşmış gezegen hükümdarlarına evrildik. Belki de hayallerimizin bile ötesine geçtik.

Peki ya bundan sonra ne olacak? Kendimize nasıl bir gelecek temin ettik?

Kadim İkilem
Homo Sapiens Sapiens bir gelişim ve yıkım canavarı. Dünya üzerindeki kısıtlı süresinde ürettiği, tükettiği, etki ettiği ve değiştirdiği “şeyler” özelinde, rakipsiz bir canlı. Evrimin dayattığı doğal seleksiyondan dersler çıkararak, DNA’sındaki gen disiplininin avantajıyla anatomik standartlarını koruyarak, matematik, fizik, kimya, biyoloji ve astronomiyi kapsayan temel bilimlerin yanı sıra sözlü ve / veya yazılı biçimde geleceğe aktarabildiği tarih bilgisine dayanarak, kendine görkemli bir rasyonalite yarattı. “Toplumsal birikimler” ya da “evrensel kazanımlar” olarak da adlandırabileceğimiz bu rasyonalite dâhilinde gelişimini hiçbir zaman durdurmadı. Bu bağlamda, tekeri her daim ileriye dönen bir zaman / tarih algısı yarattı. Bu uğurda gezegenin ekosistemine korkunç zararlar verse de, ortalama insanın genel hayat standartları / koşulları düşünüldüğünde her yeni nesle devraldığından daha iyi bir dünya bıraktı. Peki bu gelenek artık değişiyor mu? Zira bugün ekonomik ve ekolojik krizler sarmalında yaşamın hızı baş döndürücü bir ivmeyle artıyor, toplumsal paradigmalar temellerinden sarsılıyor, gerçeğin itibarı her geçen gün azalıyor ve insanlık gelecekle randevusunda zorlu bir sınava tabi tutuluyor. Türümüzün yetiştirdiği en önemli fizikçilerden Stephen Hawking; “İnsan ırkı büyük bir sorunla karşı karşıya. Yüz yıl içinde başka bir gezegene yerleşmesi gerekiyor, yoksa yok olmakla yüz yüze kalacak. İklim değişikliği, gecikmiş asteroid çarpışmaları, salgın hastalıklar ve nüfus artışı nedeniyle kendi gezegenimiz gittikçe daha güvensiz bir hâle geldi. Geleceğimiz yeni bir gezegende.” sözleriyle bizi uyarıyor. Ve maalesef yalnız değil. Son 30 yıldır sayısız bilim insanı, aynı uyarıları -üstelik giderek artan bir sıklıkla- tekrarlayıp duruyor. Peki biz bu eşiğe nasıl geldik? Öncelikle Antroposen çağı dinamiklerine bir göz atmak gerekiyor…

Antroposen çağı terimi, kısaca, insanlığın yeryüzüne etkisinin en üst düzeye çıktığı ve gezegeni adeta kontrol altına aldığı dönemi tanımlamak için kullanılıyor. İnsanların ateşi kullanmaya başlamasıyla, tarım yapmayı öğrenmesiyle, büyük uygarlıklar kurmasıyla ya da elektriği keşfetmesiyle bu devrin başladığına inananlar olduğu gibi; genel olarak sosyoloji, antropoloji ve ekoloji, 18. Yüzyıl’da fitili yakılan Sanayi Devrimi’yle bu çağın başladığı görüşünde birleşiyor. İnsanların doğal kaynakları ve / veya ham maddeleri buharlı makinelerin icadıyla çok daha hızlı bir şekilde ürüne / üretime çevirebilmesi sonrasında makinelerin ve teknolojinin insan hayatına, dolayısıyla toplumsal yapıya (nüfus artışı, şehirleşme, metropolleşme, ulaşım / iletişim / seyahat dinamiklerinin çeşitlenmesi, zenginleşmesi), nihayetinde de devlet ekonomisine damga vurmasıyla tetiklenen pek çok sosyolojik doktrin, kuram ve diyalektikler bütünü olan Sanayi Devrimi’nin; giderek artan bir hız ve yoğunlukta fosil yakıt kullanımına, doğal kaynakların orantısız tüketimine, dolayısıyla dünyamızın her geçen gün daha fazla CO2 (karbondioksit) salınımı ve sera gazlarına maruz kalmasına, günün sonunda ise etkileri bugün artık yadsınamaz boyutlarda hissedilmeye başlanan küresel ısınmaya sebep olduğu biliniyor. Özellikle de 1990’lı yıllardan itibaren üretim ağlarında bilgisayar teknolojisinin giderek daha etkin kullanılmaya başlamasıyla hemen her ülkedeki sanayileşme hareketinin astronomik oranlarda artması; doğal kaynakların daha fazla tüketilmesine, bu sayede daha fazla enerji ve daha fazla yakıta ihtiyaç duyulmasına, nihayetinde daha fazla atığa ve daha fazla karbondioksitin doğaya salınmasına sebep oluyor. Dünya çapında yadsınamaz bir hava-su-toprak kirliliği yaratan, sadece bu açıdan bile insan hayatını fazlasıyla tehdit etmesine rağmen, anormal nüfus artışına paralel olarak gitgide daha çok hayvan katledip gezegenin ekolojik yapısını da bozan Sanayi Devrimi’nin, 19. Yüzyıl’dan itibaren kapitalizmin güçlenmesiyle etkisini arttırması, bugün yaşadığımız pek çok krizin de temelini oluşturuyor.

Evet, Sanayi Devrimi sonrasında insanlığın kolektif değişim ve gelişim ivmesi olağanüstü boyutlarda arttı. Mesela sadece 19. Yüzyıl, kendinden önceki dokuz asrın toplamından daha fazla teknolojik değişime ev sahipliği yaptı. 20. Yüzyıl ise sadece ilk 20 yılına 19. Yüzyıl’ın tamamından daha fazla teknolojik değişimi sığdırdı. Bu trend’in sonunda 21. Yüzyıl, kendinden önceki 200 asrın, yani 20 bin yılın toplamı kadar teknolojik değişimi yaşayacak gibi görünüyor. Ve pek çok bilim insanı, düşünür, sosyolog, tarihçi ya da ekonomiste göre içinde olduğumuz yüzyıl, tıpkı tarımın veya yazının keşfi gibi, hayat ve anlayışı kökten değiştirecek kudrette birkaç dev keşif ve / veya icada sahne olmaya hazırlanıyor. Yani insan soyu, bugün tam farkında olmadığımız çok radikal değişimlerle karşı karşıya. Ama bu uğurda neleri feda ettiğimizi düşününce, geleceğimiz hakkında kuşku ve endişelerimiz, merak ve heyecanımızla kafa kafaya.

Şunu kabul etmeliyiz ki dünya bize atalarımızdan miras kalmadı ama onu gelecek nesillerden ödünç aldık. Ve gözlerimizi açıp düşünmeye, hayatla ilgili ilk verileri toplamaya başlamamızdan itibaren hem kendimizi hayatı anlamlandırmaya adadık hem de bir şekilde ölümsüzlüğü aradık. Bu uğurda çoğaldık, sanatı ve dini yarattık. Belki dinozorlar kadar şanssız değildik, türümüzü topyekûn yok edecek doğal bir afet yaşamadık, ama bu uğurda kendi ellerimizle yapay imkânlar yarattık, şansımızı kendimiz zorlamaya başladık. Dini öğretiler dâhilinde bir “kıyamet miti”ne inandık ve fakat kıyametin ta kendisinin asla kopmaması olabileceğini hesaba katmadık.

Bir süredir, II. Dünya Savaşı sonrasında inşa edilen yeni global düzen dâhilinde, özellikle Batı devletlerinin nesiller boyunca vatandaşlarına aşıladığı “ortak umut ve geleceğe inanç”ta hissedilmeye başlanan erozyonu düşünüyorum. Ve doğu ile batı arasında sıkışmış, moderni yaşayamadan postmoderne geçişin sancılarını yaşamış bir ülkenin ferdi olarak bu erozyonu önemsiyorum. Bu kaygılı gerçekliğin toplumlarda iyimserlik-kötümserlik ve / veya gerçekçilik-hayalperestlik uçlarında temelsiz yığılmalar yarattığına tanık oluyor, bizi tam olarak neyin beklediğini görebilmemiz için böylesi kutuplaşmalara savrulmadan artı ve eksilerimizi fark etmemiz gerektiğine inanıyorum. Öte yandan bir yılı aşkın süredir tüm dünyayı etkisi altına alan COVID-19 salgını sebebiyle bireyin kendiyle daha fazla baş başa kalmasını, dolayısıyla ortalama insanın dünyanın hâli ile ilgili daha derin, daha geniş düşünme fırsatı yakalamasını da bu bağlamda evrensel bir kazanım olarak yorumluyorum. Zira dünyayı değiştirmek ve geliştirmek için önce onu anlamak gerektiğini biliyor, insanlığa korkunç etkileri olan bu salgının hiç olmazsa “derin düşünmeye vakit bulan birey” sayısını çoğaltarak dünyayı anlama çabamıza global bir katkı sağladığına inanmak istiyorum. Ünlü bilim insanı Carl Sagan’ın “Bilim çok büyük keyiftir. Türümüz, evrim sürecinde, anlamaktan keyif alma yetisi kazandı. Anlayanlar hayatta kalır.” düsturundan hareketle ben de bu çabaya ortak olmaya çalışıyorum. Bu uğurda türümüzün geleceği ile ilgili hangi umut, neye rağmen, nerede konumlanıyor, öğrenmek istiyorum. Ve nihayetinde bu yazı ile; bütün büyük sorunlara evrensel bir çözüm önerisi ya da çıkış anahtarı sunmaya çalışmadan, haddimi aşmayarak, var olan ortak sorunlarımızın ne olduğuna dair bir diskur oluşturmayı, bir bakıma gelecekte bizi nelerin beklediğine dair fikir teatisi yapmayı ve bu bağlamda öncelikle kendim üzerinde bir farkındalık yaratmayı amaçlıyorum. Ayrıca yıllar sonra dönüp baktığımda, bu öngörü testinin ne anlam ifade edeceğini görmek için şimdiden sabırsızlanıyorum.

Bugünün Aynasında Görülenler
“Yaşam”, yani bilinçli bir canlılık hâli içerisinde bulunma durumu, genelde “zaman” denilen bir ifadeyle sınırlandırılır. Ve Einstein’a göre “İnsan, adına ‘evren’ denilen bir bütünün, zaman ve mekânla sınırlı bir parçasıdır.” İşte bu sınırlı parça, kendi gibi soyut sınırlara sahip bir yere, “ülkesine” karşı genelde mütemayil bir aidiyet hissederken, Dünya’yı -nedense- uzağında bir yere konumlandırıyor. Ülkesine yönelik bir tehdide tepki yükseltirken, konu Dünya olduğunda o tepkinin sesi cılızlaşıyor. Oysa türümüzün asıl ait olduğu yer, adına ülke denilen hayali toprak parçalarının hayali sınırlarını aşan gezegenimiz. Ve uzun bir süredir asıl tehdit altında olan da o. Bunu fark ettiğimizde daha evrensel ve yapıcı düşünmenin yolunu açmış oluyoruz. Toprağa, havaya, suya, diğer türlere, kısacası topyekûn doğaya daha az zarar vererek yaşayabilmenin yollarını bulmak zorundayız. Daha da geç kalmadan gezegenimizi kendi türümüzün eliyle yok olmaktan kurtarmalıyız. Dünya bizim asıl yurdumuz, bu nedenle bize sunulmuş hayali (gerçekte var olmayan) sınırlı ülkeleri aşan bir tahayyül oluşturmalıyız. En azından bizden daha üstün bir biyomekanik türe gezegenimizi teslim edene kadar burada yaşamaya devam edebilmek için yönümüzü değiştirmeli, tüketim alışkanlıklarımızı sorgulamalı, yaşamak ve yaşatmak için başka yollar bulmalı, nihayetinde yeterince ertelediğimiz düşlerimizi geri kazanmalıyız. Peki bizi engelleyen ne? Şöyle bir bakalım… Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki ilk üç basamağın (bkz: Fizyolojik İhtiyaçlar, Güvenlik, Sevgi) dünya genelinde kolayca aşılabildiği bir çağdayız. Dördüncü ve beşinci basamaklarda (bkz: Saygınlık, Kendini Gerçekleştirme) ise özellikle gelişmiş / gelişmekte olan ülkelere, şehirli nüfuslara rastlıyoruz. Yine de bir yanıyla hep ilkel kalmayı “başaran” insanın, bireysel anlamda pek çok kadim sorunu hâlâ aşamadığına tanık oluyoruz. Açgözlülük, empati yoksunluğu, hoşgörüsüzlük, nezaketsizlik, narsistlik, ötekileştirme, kendinden güçsüz olanı ezme… Liste uzar… Nihayetinde herkesi ve her şeyi rekabet unsuruna çeviren vahşi kapitalizmin pençesinde, tamamen maddi kâr endeksli başarı tanımları etkisinde Maslow’un piramidini tırmanmaya çalışıyoruz. Eylem yerine slogana, sonuç yerine reklama odaklanıyoruz. Değer öncelikli toplumlarda değil, “hedef” öncelikli toplumlarda yaşıyoruz. Bu da o netameli hedefler uğruna hepimizi giderek daha da acımasızlaştırıyor. Sadece birey özelinde değil, devletler düzeyinde de durum aynı. Yerleşik hayata geçildikten sonraki insanlık tarihi her daim siyasi krizlerin tarihi olagelmiştir ama bugün, özellikle de son 100 yılda yaşanan olağanüstü gelişmelerin ertesinde dünya toplumlarının çoğunun hâlâ demokrasi ve özgürlük mücadeleleri veriyor olması büyük bir hayal kırıklığı. Elbette binlerce yıllık geleneklerin (beylikler, krallıklar, imparatorluklar, diktatörlükler vb.) ardından henüz birkaç yüzyıllık yeni bir sistemin (halk oylamasına dayalı cumhuriyet) ve o sistemin ayakta kalmasını sağlayacak anlayışın (demokrasi) dünya çapında kabulü sancılı olacaktı ama diğer pek çok alanda gelişim hızı dudak uçuklatan insanlığın, temel siyasi sorunlar söz konusu olduğunda adımlarını yavaş atması, geleceğe yönelik perspektif oluşturmak adına bir hayli kısıtlayıcı. Evet, son birkaç yüzyılda otoritenin “göklerden” insana, bireye indirgendiği hümanizm temelli modernleşme hareketi çok büyük bir siyasi devrimdi ve pek çok açıdan insanlığı daha hızlı gelişimlere elverişli hâle getirdi. Ama bugün genel manzaraya baktığımızda; başta olağanüstü nüfus artışı (patlaması) olmak üzere çevre kirliliği, küresel ısınma, kaynak yetersizliği, göçler, ekonomik krizler, toplumsal kutuplaşmalar, gelir ve hak adaletsizliği, işsizlik, zengin-fakir dengesizliği, açlık problemi, gıda problemi, sağlık sektörü / hizmeti krizleri, evsizlik, deprem riski ve buna bağlı konut / şehir planlama problemleri, eğitim krizi, güvenlik sorunu ve terörizm problemi, nükleer savaş riski, son 50 yılda özellikle kadın hakları, cinsel yönelim özgürlüğü ve ırkçılık karşıtlığında önemli adımlar atılmış olsa da hâlâ devam eden temel insan hakları krizleri, hayvan hakları krizleri, virüs kaynaklı salgın riskleri, siyasi yolsuzluklar, yozlaşmalar, popülizm, kakistokrasi, totalitarizm tehlikesi ve hem bireysel hem de toplumsal diskur akameti perspektifimizin neredeyse tamamını kaplıyor. Diğer bir deyişle; geleceği düşünme ve tasarlama çabasıyla oturduğumuz masanın menüsünde işte bunlar yer alıyor. Bize düşen, bu menüden, gezegenimiz özelinde yaşamı sürdürebilir kılacak, standartlarımızı yükseltip kazanımlarımızı arttıracak, doğaya verdiğimiz büyük ölçekli zararları önce kısıtlayıp ardından -mümkünse- tamamen ortadan kaldıracak, insanlık özelinde ise birlikte yaşama vasfımızı sağlamlaştıracak, gelişimimizin devamlılığını sağlayacak anlayışlar, bakış açıları ve fikirler üretmek. Tam da bu bağlamda, söz konusu menüye biraz daha yakından bakmak, daha derin kapsamlı birkaç farklı konuyu ise en azından genel hatlarıyla evrensel gündeme taşımak gerekiyor.

Geleceğin Aynasında Belirenler
Türümüzün ve gezegenimizin devamlılığı açısından, menüdeki maddelere yakından bakmaya iklim krizinden başlamak en doğrusu gibi geliyor… Zira dünya mevcut düzenindeki karbon salınımına devam ettiği sürece, bilim insanlarının da sık sık uyardıkları üzere, çok büyük ihtimalle 20-30 yıl içerisinde küresel ısınmadan tetiklenen tarımsal ve ekonomik krizlere ev sahipliği yapacak. Buzulların büyük kütleler hâlinde hızla erimeye devam etmesi sonucunda deniz ve okyanus seviyelerinin artmasıyla ne gibi senaryoların yaşanacağını tahmin etmek zor değil. Gerçi tahmin etmeye gerek yok, internette bunu simülasyon tekniğiyle ve bilimsel sebepleriyle tane tane anlatan sayısız video var. Küresel ısınma devam ettikçe tarımsal üretimin yaşayacağı büyük yıkıma bağlı olarak ortaya çıkacak gıda problemlerini, göç hareketlerini, doğacak yeni sosyolojik ve siyasi krizleri saymıyorum bile… Bir diğer kriz, eğitim meselesi. Bugün artık herhangi bir okuldan mezun olan birinin (ilk, orta, lise seviyesindeki çok daha temel problemleri aşmış olsak bile) öğrendiği bilgilerle hayatının geri kalanını idame ettirebilmesi pek çok açıdan mümkün değil. En başta, hayatın hızı o kadar artmış ve toplumsal paradigmalar da dâhil olmak üzere yaşamla ilgili doktrinlerin değişim / dönüşüm seviyesi o kadar yükselmiş durumda ki, iyi bir üniversite mezununun dahi diploma seviyesiyle 20-30 yıl “yetkin” kalabilmesi imkânsız. Bugün kendini sürekli yenileyebilen, gerekirse tüm öğrendiklerini unutup daha doğrusunu, daha güncelini, daha gereklisini öğrenmeyi her an göze alabilen, yeniliklere açık, kısacası öğrencilik işini hayatının sonuna kadar sürdürebilen insanlara, bu insanları yetiştiren kurumlara ihtiyacımız var. Okul tanımının; haftanın belirli gün ve saatlerinde onlarca, yüzlerce insanı bir ya da birkaç bina içerisine toplayan kurum olmaktan sıyrılıp teknolojik gelişmelere ve büyük insanlığın ihtiyaçlarına daha çok kucak açan fikir yuvalarına dönüşmesi gerektiği, geleceğin dünyasına etki edeceğini düşündüğüm ana meselelerden biri.

Gelelim asıl üzerinde durmak istediğim üç büyük konsepte… Din, transhümanizm ve post-truth… Öncelikle din kavramından başlayıp geleceğin aynasındaki tebarüzüne bir bakalım… Tarihçiler din fikrinin tam olarak ne zaman doğduğu konusunda emin değiller, ama insanlık olarak emin olduğumuz bir şey varsa, o da din kavramının 5000 yıldır dünyayı etkisi altına aldığıdır. Peki din bunu nasıl başardı? İnsanın hayal edebilme gücünden aldığı yetkiyle diyebiliriz. Din; tıpkı güzellik, ülke ya da para gibi soyut bir kavram ve nesnel gerçekliğin dışında. Homo Sapiens’in inanç güdüsü ve yaşadığı hayatı anlamlandırma refleksinin bir araya gelmesiyle doğmuş, giderek gelişmiş, detaylanmış, kolektif çabayla üzerine anlatılar, hikâyeler eklenerek bugünlere varmış bir mit. En büyük gücü; insan adına, insan için karar verebilmesi. Bu gücünü yine nesnel gerçekliğin dışından, göklerden, tanrılardan alıyor. Bu uğurda kutsal kahramanları (peygamberler), kadim öğretileri ve yazılı kitapları (İncil, Kuran vb.) kullanıyor, toplumlar üzerinde siyasi, ahlaki ve etik paradigmalar yaratıyor, o paradigmalar doğrultusunda düzenler, devlet yapıları ve yaşam standartları oluşturuyor. Kısacası ona inananlar için, hayattaki en büyük “otorite” hâline geliyor. Peki dine etkisini kaybettiren, gücünü sorgulatan ne oldu? Rönesans ve Reform hareketlerinden başlayıp Sanayi Devrimi sonrasındaki teknolojik gelişimlere uzanan süreçte giderek büyüyen “hümanizm” anlayışı diyebiliriz. Kabaca, “insanı merkez alan”, bu bakımdan tanrı / din merkezciliği geri plana atan hümanizm felsefesine göre bireyin hayatındaki en büyük otorite, yine bireyin kendisi. Bu felsefe, “iyi ve kötü” tanımından başlayarak bireyin aile hayatından filizlenip topluma, devlet yapısına, yasalara, hukuk anlayışına, ekonomik sistemlere ve iletişim dinamiklerine kadar hayatın pek çok alanına sirayet etti ve modernitenin kapısını açan anahtar hâline geldi. Peki hümanizm devrimi karşısında din tamamen bitti mi? Hayır, ama etkisini kaybetme ivmesine girdi; kural koyucu, yasa belirleyici konumunu kaybetti, etkici değil tepkici hâle geldi, defansif bir modele geriledi. Peki hümanizm, din kavramı yerine neyi ikame etti? Geldik transhümanizm meselesine…

Hayatın anlamı nedir ya da ölümden sonra ne oluyor sorularının ardından, insanlık bugüne kadar en çok şu iki sorunun yanıtını merak etti: Türümüz sonsuza kadar yaşayacak mı? Ölümsüzlüğü bulacak mıyız? Bugün bilimin geldiği nokta bize bu soruların yanıtını vermek üzere. Hatta Yuval Noah Harari gibi düşünürlere göre, cevaplar çoktan verildi bile: Hayır, türümüz sonsuza kadar yaşamayacak. Ve evet, ölümsüzlüğü bulacağız. (Daha doğrusu ölümü bir seçenek hâline getirebileceğiz.) Harari, transhümanizm ve posthümanizm konusunda günümüzün en büyük referans kaynaklarından biri. Onun anlattıklarından devam edersek; muhtemelen 100-150 yıl içerisinde bugün bildiğimiz anlamda insanlık, yeryüzünde ya hiç kalmayacak ya da nüfusu çok azalmış olacak. Ama bu bir kıyamet senaryosu dâhilinde değil, bizzat kendi elimizle, kendi isteğimiz doğrultusunda yaşanacak. Çünkü kendimizi daha üst bir modele evrilteceğiz. Bu bağlamda, kendi evrimine yapısal müdahalede bulunan ilk canlı türü hâline geleceğiz. Homo Sapiens’ten Homo Deus’a, bilge insandan tanrı insana dönüşeceğiz. Detayları, Harari imzalı “Homo Deus: Yarının Kısa Tarihi” adlı kitapta (tüm dünyada fırtınalar koparan “Hayvanlardan Tanrılara Sapiens – İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi”nin devamı) okunabileceği üzere bugün yapay zekâ ve algoritmaların geldiği nokta, türümüzü olağanüstü gelişimlerin eşiğine getirmiş durumda. Özetlemek gerekirse; hayatla ilgili otoriteyi göklerden yeryüzüne, bireyin kendisine indiren hümanizm; gücünü insanın biricikliğinden, özgür iradesinden alıyordu. O özgür irade, insanın duygu ve düşünceleriyle hareket ediyordu. Fakat Harari’ye göre bilim, özgür irade diye bir şeyin olmadığını kanıtladı. Duygu ve düşünce denilen kavramlar, günün sonunda biyokimyasal birer algoritmaydı. (Harari bunu çağımızın en büyük keşfi olarak yorumluyor.) Bu bilgiye göre; verdiğimiz her “sözde” özgür karar, aslen gen haritamıza işlenmiş olan verileri, doğduğumuz andan itibaren dış dünyadan topladığımız verilerle harmanlamamızın bir sonucu. Korkmak, sevinmek, üzülmek, mutlu olmak, şaşırmak, heyecanlanmak, paniklemek, öfkelenmek, sakinleşmek, hayranlık duymak, güvenmek, nefret etmek, bıkkınlık duymak gibi tüm duygular ya da fiziği, matematiği, felsefeyi anlamamıza yarayan tüm düşünceler, bu biyokimyasal algoritmaların birer çıktısı. İşte hümanizm, tam da bu kabulden sonra yerini hızla transhümanizme, ardından da posthümanizme bırakma meyli kazandı. Zira günün sonunda insan; hata yapan, unutan ve dahası, bu ikisini sık sık tekrarlayan bir canlı. Oysaki kolektif insanlık birikimiyle yaratılmış olan, bugün emekleme çağında olsalar da yakında kusursuzlaşacaklarına dair pek şüphe yaratmayan yapay zekâ teknolojisi ve algoritmalar, insan beynine nazaran çok daha iyi, hatta hatasız çalışabilen bilgisayar ve makine kodları, yasaları. Bu da bizi bizden daha iyi bilme iddiasındaki geleneksel dinler yerine, yapay zekâ ve algoritmaların oluşturduğu “büyük veriyi”, “dataizmi”i geleceğin potansiyel dini olarak konumlandırdı. Dataizm; kabaca, bugün bile örneklerine rastladığımız biçimde bireyin hareketlerini kayıt altına alma, duygu ve düşüncelerinin haritasını çıkarma, bu haritaya göre bireye kararlar önerme, dolayısıyla insanın hayatını daha efektif, daha verimli, daha kolay, daha eğlenceli, daha hatasız kılma üzerine kurulu bir anlayış, bir yaşam modeli. Unutma ya da yanlış hatırlama gibi kadim Homo Sapiens özelliklerine karşın, kayıt altına aldığı andan itibaren insanın her hareketini, her duygusunu, her düşüncesini, sebepleri ve sonuçlarıyla beraber eksiksiz, hatasız bir şekilde hatırlayıp ona göre bir veri çıkaran ve bu veriye göre bir karar öneren dataizm, insanlığın yeni otoritesi (dolayısıyla yeni dini) olmak için çok avantajlı. Öte yandan sadece duygu, düşünce ve kararlarımızla sınırlamamak gerek dataizm ve transhümanizm kavramlarını. Yapısal, anatomik özelliklerimiz konusunda da büyük bir kırılmanın eşiğindeyiz. Bu uğurda bizi bekleyen ilk dönem transhümanizm çağı. Eğer oradan sağ çıkarsak, ölümsüzlüğün kapılarını açacak, posthümanizme yükseleceğiz. Her iki bacağını da kaybetmiş bir insanın, yüksek teknoloji ürünü protez bacaklar ile (yani transhümanizm desteğiyle) olimpiyat rekorlarını kolayca kırabileceği ihtimali bugün bile hayli olasıyken, bu örnekten hareketle transhümanizmin, sonrasında ise posthümanizmin varacağı noktaları varın siz hayal edin… Nesnelerin zekâsıyla bağ kurabilecek olan transhümanizm olanaklarını akıllı evler teknolojisi ise, insansız ulaşım sistemleri ile, giyilebilir internet ile, görsel gerçeklik ile, tıbbi literatür ile birleştirerek düşünün, varılabilecek noktaların görkemini resmedin… Dolayısıyla insanlık neden hata yapan, unutan, hastalanan, yaşlanan bir beyni ve bedeni, böylesi bir görkeme tercih etsin ki? Peki dataizmin ya da transhümanizmin hiç mi korkutucu yanı yok? Olmaz mı? Öncelikle dataizmin yüzleşmesi gereken kocaman bir “manipülasyon” ve -yazının devamında değineceğim- post-truth tehlikesi hâlihazırda yeterince ürkütücüyken, üstüne bir de tarih boyunca ilk kez, insanlar arasında biyolojik uçurumlar olma ihtimali belirdi. Bu da transhümanizm sayesinde zenginlerin daha iyi bedenlere (ve zihinlere) terfi edeceği, fakirlerin sıradan Homo Sapiens bedenleriyle sömürüleceği gibi distopik bir fikri beraberinde getiriyor. Bunun yanı sıra, yapay zekâ teknolojisinin daha da gelişip bugün insanların yaptığı pek çok şeyi (işi) çok daha iyi, hızlı ve ucuza yapabilecek makineler üretmesi ihtimali de giderek büyüyor. Evet, Sanayi Devrimi’nin ilk yıllarında da benzer bir sorun yaşanmıştı fakat insanlar yeni meslekler yaratarak bu sorunun altından bir nebze de olsa kalkmayı başarmıştı. Bu sefer ise insanın elinden alınacak işlerin sayısı çok daha fazla ve çok daha kapsayıcı. Ve asıl fark; yaratılabilecek yeni mesleklerin de yine yapay zekâya teslim edilmesi artık daha olası. Bu da yakın gelecekte korkunç bir işsizlik patlaması yaşanacağı anlamına geliyor. Dünya bu kadar işsiz insan ile ne yapacak? Bu kadar işsiz insan, genel dünya düzeni içerisinde, yasalar çerçevesinde nasıl konumlanacak, nasıl kontrol altında tutulacak? Bu kadar işsiz insan hayatını nasıl kazanacak, nasıl açlıktan yok olmayacak? Bu kadar işsiz insanın ülkelerine ve dünyaya siyasi etkileri ne olacak? Önümüzdeki 20 yılın öncelikli sorunlarından biri, büyük ihtimalle global işsizlik olacak.

Son olarak gelelim, bence türümüzü bekleyen en büyük tehlikeye, post-truth meselesine… Gerçek sonrası ya da gerçeğin önemsizleşmesi anlamları taşıyan bu kavram, yazının bulunması sonrasında gerçeğin ayaklarını yer bastıran insanlığın bugünkü parametreler dâhilinde bence en çaresiz olduğu alan. Umberto Eco’nun yıllar öncesinden “Artık esas meselemiz bir şeyin yanlış olduğunu ispatlamak zorunda kalacak olmamız değil. Esas meselemiz, apaçık doğrunun doğru olduğunu ispatlamaya çalışmak zorunda kalacak olmamız.” diye haber verdiği lanetli günlerdeyiz. İletişim teknolojilerinin gelişmesiyle başta bilgisayarların, ardından internet ve sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla neyin gerçek, neyin yalan, yanlış, sahte, çarpıtılmış ya da hayal ürünü olduğunu birbirine karıştırmamız için adeta kusursuz bir sistem inşa ettik. Neredeyse tek haber alma ve iletişim kurma mecramız hâline gelen internetin, bireylerin ortak iştirakiyle oluşan ve anlık sonsuz değişime açık bir düzlem olduğu düşünülünce, birey sayısı kadar gerçeğe, birey sayısı kadar hakikate fırsat verdik. Üstelik yazılı belge, ıslak imza, fotoğraf ya da videonun da bu bağlamda hiçbir geçerliliği kalmadı, zira önce görsel manipülasyon teknikleriyle somut gerçeği eğip bükmeyi, bozmayı öğrendik, ardından sinemanın finanse ettiği CGI (Computer-generated imagery – Bilgisayar üretimli imgeleme) teknolojisi sayesinde istediğimiz konuda istediğimiz belgeye, fotoğrafa, imzaya, videoya, dolayısıyla istediğimiz konuda istediğimiz “kanıta” ulaşmayı becerdik. Peki doğruyu nasıl bulacağız böylesine sonsuz “gerçekler” arasında? “Gerçek gibi yalanın da tek bir çehresi olsaydı onu daha dostane karşılardık çünkü yalancının söylediğinin tam tersi, mutlak doğru olurdu. Oysa gerçeğin zıddı, bin bir yüze ve sonsuz bir alana sahiptir.” diyor Montaigne, “Denemeler” kitabında. Bugün insanlık bu bin bir yüz ve sonsuz alanın, hayatın tamamını oluşturma tehlikesiyle karşı karşıya.

Umudun Önemi
Baştan uyarmıştım, böylesine büyük sorunlara evrensel, doğruluğu kesin cevaplar vermeye kalkışacak değilim. Sadece mevcut bilgi ve yorumlarım doğrultusunda geleceğin aynasında neler gördüğümü zihnimden satırlara aktarmak, bu anlamda içimi boşaltmak, bir bakıma kendimi ve öngörülerimi sorgulamak istedim. Peki geleceğe dair umutlu biri miyim? Bu hususta “Yaşam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir.” diyen Yaşar Kemal’e hak veririm. Vaclav Havel’in “Umut, bir şeyin iyi bir neticeye varacağına kanaat getirmek değil, bir şeyin, neticesi ne olursa olsun anlamlı olduğundan emin bulunmaktır.” cümlesini veya Bekir Ağırdır’ın “Bütün teorik ya da siyasi tahayyüllerden, projelerden farklı olarak hayatın bir kendi akışı var ve o akış -yavaş veya hızlı- evrensel kazanımlara doğru akıyor.” çıkarımını da sık sık yâd ederim.

Bugün dünyanın genel manzarasına bakınca gelecekten korkmak, karanlığın farkına varmak ve karamsarlığa kapılmak gayet olası görünüyor. Üstelik bu karanlık zaman zaman, çok sert biçimlerde dile gelip hayatımızın tam ortasına yerleşiyor. Kimine göre giderek büyüyüp korkusuzlaşırken, kimine göre de zayıfladığı için hırçınlaşıyor. Her iki ihtimalde de duygularımızı ve düşüncelerimizi kuşatmayı, onları hapsetmeyi başarıyor. Bu karanlığın tek yaşam şansı; bizi kendi negatif duygularımızla boğarak aklımızı ve umudumuzu parçalamak, karanlıkla ilgili hiçbir şey yapamayacağımız duygusuna teslim olmamızı ve öfkemizi aynı karanlığın farklı mağdurlarına yöneltmemizi sağlamak. Unutmamalı ki karanlıkla mücadele etmenin tek bir yolu yok. Karanlığı aşmanın yollarını arayan farklı insanlar, birçok farklı şeyi aynı anda ve / veya farklı biçimde yaparak çoklu imkânlar ve benzersiz potansiyeller yaratıyorlar. Tam da bu yüzden umutsuzluğa yer yok. Karanlıkla, onun istediği şekle ya da bizzat ona dönüşmeden, ama mücadeleden de kaçmadan baş etmenin yolunu arayan insan, umudu er ya da geç buluyor.

Nihayetinde umudun güven verici bir rehavet kaynağı değil, bir “cüret” olduğunu da ara sıra kendimize hatırlatmak gerekiyor.