Devrimsel Bir Varoluş Paradigması

Yaşamdaşlık.

“Nasıl daha güzel ve anlamlı bir yaşam sürebiliriz?” sorusu, insanlığın kadim yoldaşı. Zihinsel ve fiziksel dünya arasına hapsolmuş insan yaşamının, bu soruya cevap seçenekleri bulmaktan daha acil bir gündemi hiç olmadı. Zira insan dediğimiz şey, eninde sonunda kendi iradesi dışında gelişen varoluşu sonrası “evren” dediğimiz “bütünün” zaman ve uzay ile sınırlanmış bir parçası.* Dolayısıyla içinde bulunduğu, adına “yaşam” denen anın bazen makro (toplumsal), bazen mikro (kişisel) ölçekte ne anlama geldiği ve / veya bu anlamın nasıl daha iyi hissettirebileceği sorularıyla haşır neşir olması, bir gözlem / veri / analiz merkezi olan beynin oluşturduğu zihnin koşullandırmaları göz önüne alındığında, gayet olası. Ve evrimsel ilerleyişiyle orantılı olarak büyük insanlık ailesinin hem kültürel hem sosyo-politik hem de antropolojik anlamlarda bu olasılığı adeta benimseyerek “daha güzel ve anlamlı bir hayat” arayışı, diğer tüm önemli, tarihsel, günlük, geçici, kalıcı ve acil soruları / sorunları arasında, birincilik mahiyetini asla kaptırmadı. Çünkü eninde sonunda bu hayatı daha iyi yaşamak istemekten daha temel bir düsturumuz hiçbir zaman olmadı.

Her çağda olduğu gibi, bugün de içinde bulunduğumuz küresel zeitgeist bu temel düsturu yeniden, kendine göre, özgün ve mütenasip dinamiklerle test ediyor. Manzaramız şu: Uzun süredir dünyaya hükmeden kapitalizm, artık gününü doldurmuş, potansiyelini tüketmiş görünüyor. Ve eşiğine geldiğimiz tehlike, tüm canlı varoluşunu tehdit ediyor. Hava kirli, su kirli, toprak kirli, gıda kirli. Sessizliğin yerini şehirlerin gürültüsü; çiçek, ot, meyve kokusunun yerini benzin, mazot ve atık kokusu almış durumda. Ortak yaşam alanları, kaynakları, araçları (müşterekler) yok ediliyor, insanlar yalnızlaşıyor. Akla gelen ne varsa metalaşmış, parayla alınır satılır ölü nesnelere dönüşmüş durumda. Özelleştirilip kâr aracına dönüştürülmeyen şey kalmamış. Ekolojik yıkım korkunç bir hızda. Atmosferin ısınması durdurulamıyor. Küresel ısınma karşıtı atılımlar hâlâ fazlasıyla cılız. Ozon tabakası zayıflıyor, biyolojik çeşitlilik azalıyor; her yıl binlerce, on binlerce canlı türü yok oluyor. Hem ekonomik hem ekolojik mültecilerin sayısı artıyor. Nükleer riskler büyüyor. Ormanlar yok oldukça çöller genişliyor. Kutuplardaki ve yüksek dağlardaki buzullar eriyor. Denizler tuzlanıyor ve seviyeleri yükseliyor. Üstelik hepsi bu kadar da değil. Ekolojik yıkıma beşerî kötülükler (eğitimsizlik, yozlaşma, işsizlik, yoksulluk, açlık, sefalet, rant odaklı hırs, vahşi rekabetçilik, acımasızlaştırıcı kariyercilik, egoist bireycilik vb.) eşlik ediyor. İçine sürüklendiğimiz bu durum sürdürülebilir olmadığına göre, “neden böyle oldu?” sorusundan hareketle, yeni ve farklı bir şey yapma gereği de kendini dayatıyor.

Eğer dünya anlamını yitirmişse, yenisini keşfetmeye ve hatta yaratmaya ne engel oluyor?

Kabul, kapitalizmin zenginliği dünya genelinde ve tarihte görülmemiş düzeyde arttırdığı ya da teknoloji ve dolayısıyla üretici güçlerin kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte hiç olmadığı kadar geliştiği, ilerlediği savları tamamen yalan veya yanlış sayılamaz. Lakin kapitalizmin yaratıcılığı artarken yıkıcılığı da arttı. İnsanlar yaratılana odaklanıp yıkılanı görmedikçe de işler sarpa sarmaya başladı. Kapitalizm, sermaye, artık yeteri kadar değer yaratamıyor. Birikmiş sermaye kütlesi, üretimi arttırarak ve / veya pazarı genişleterek değerlenemiyor. Verimli yatırımlar yapma şansı oldukça azalmış durumda. Malum, kapitalizm çılgın bir rekabet ortamında asıl potansiyelini kazanıyor. Her bir kapitalistin veya kapitalist işletmenin “yarışta” kalabilmesinin koşulu, rekabetçi olabilmesinden geçiyor. Bu sebeple kapitalizmin sürekli daha gelişmiş, daha ileri teknikleri üretim sürecine sokması; daha ucuza üretmesi, sermayesini büyütmesi gerekiyor. Aslında böylece kapitalizm, teknolojik ilerlemeyi bir bakıma zorunlu kılıyor. Fakat her seferinde daha gelişmiş teknikleri üretim sürecine sokmak demek, işçiyi (canlı emeği) makineyle (cansız emek) ikame etmek demek. Her ileri aşamada daha az işçi çalıştırmak, daha az işçi istihdam etmek demek. Böyle bir zorunluluk iki sonuç doğuruyor: Birincisi, makine yeni bir değer yaratmıyor. Zira değeri yaratan sadece ve sadece canlı emek, eti kemiği olan insan. Bir önceki aşamada canlı emeğin yarattığı değer, makinede dondurulmuş oluyor. Üretim sürecinde makinede dondurulmuş o değerin bir kısmı yeni ürüne aktarılıyor. İkincisi, her seferinde daha ileri tekniklerin (bu bağlamda makineleşmenin / robotlaşmanın / yapay zekânın) üretim sürecine dâhil edilmesi, bir gelirden yoksun insan sayısının artması, yani daha fazla işsiz demek. Bu da gelir yetersizliği, efektif talebin azalması, nihayetinde üretilenin satılamaması anlamına geliyor. Marksist bir açıdan, realizasyon (gerçekleşme) zora giriyor.

Türkiye’nin kabaca son 20 yıldaki ahvalinden örnek vermek gerekirse… Sermaye neden sürekli olarak inşaata yükleniyor? Neden durmadan yol, köprü, tünel, havaalanı, AVM, şehir hastaneleri, lüks rezidanslar, saraylar, nükleer santral, termik santral, HES, JES, cami, son dönemde millet bahçeleri vb. inşa ediliyor? Çünkü talep azlığından, sermaye geleneksel / bildik sanayi dallarında yeteri kadar değerlenemiyor. Aslında tüm bu büyük projeler (diğer bir deyişle bu büyük ekolojik yıkım unsurları) sermayeye yeni değerlenme alanları açmak için varlar fakat günün sonunda inşaat yeni bir değer yaratmıyor. Duruma göre gerekliliği bir yana, sadece önceden yaratılmış bir değeri kullanıyor. Şirketlerin kârını garanti etmek için onlara taahhüt edilen geçiş garantisi, uçuş garantisi, yolcu garantisi, yatak garantisi, müşteri garantisi vb. ise aslen kapitalistleri maaşa bağlamak gibi bir şey; yani kapitalizmin mantığına aykırı bir unsur olarak dikkat çekiyor. (Diğer yandan 21. Yüzyıl kapitalizminin nasıl bir sefillik olduğunun da altını çizmiş oluyor.) Bu bakımdan aslında kapitalizm, kendi kendine çelme takıyor. İnşaat ekonomisi dışında sermayenin giderek daha çok finans alanına iltica etmesi ise yine verimli üretim alanlarında değerlenme zorunluluğu çekmesinden kaynaklanıyor. Finans ekonomisi, kısaca, parayla para kazanmak üzerine kurulu olduğu için, orada da yeni bir değer yaratılmış olmuyor. Sadece birinin cebindeki para, bir başkasının cebine giriyor.

Kapitalizm günün sonunda sınırsız büyüme, sınırsız tüketim saçmalığına dayanıyor. Bu sebeple reklamlar, programlanmış eskime, moda, marka vb. gibi unsurlar üzerinden sahte ihtiyaçlar peydahlanıyor. Bunlar var olan sorunları (mikro ya da makro ölçekte) gidermeye değil, sadece ertelemeye yarıyor. Öte yandan üretmek demek doğadan bir şeyler çekmek, azaltmak, eskitmek demek. Üstelik üretirken ve tüketirken kirletmek de kaçınılmaz. Ve kapitalizm, üretimin sosyal ve ekolojik sonuçlarıyla ilgilenmiyor. O tür kaygılar kapitalist mantığa yabancı. Eğer kapitalistler üretimin ve tüketimin sonuçlarıyla ilgilenmeye kalkarlarsa kâr oranları düşer, kâr kütleleri küçülür. Oysa sınırsız üretim ve saçma tüketimin pek çok sonuçları alarm zilleri çalıyor: iklim krizi, ekolojik yıkım, sosyal eşitsizliklerin azması, vahşi bireycilik, biyolojik çeşitliliğin azalması… Giderek, tüm yaşamın sonu yaklaşıyor!

Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda, kapitalizmin hem iç (değer) hem de dış (ekoloji) sınırına dayanmış olduğu ortaya çıkıyor.

Peki yine kapitalizmin körüklediği teknolojik gelişmeler sayesinde küresel sorunlara çare bulabilmek mümkün değil mi? Bu ilk bakışta olası görünse de sonuç itibarıyla bir hayalden öteye gidemiyor. Neden? Şöyle izah edilebilir… Öncelikle bu bağlamdaki itiraz teknolojiye değil; kapitalizm dâhilinde üretilen, geliştirilen teknolojinin kimin için ne anlama geldiğiyle ilgili. Zira kapitalizm dâhilinde geliştirilen teknoloji, gündelik yaşamda “normlaşmış” kitlesel ürünler (temel giyim ve barınma ürünleri / imkânları, bilgisayar, cep telefonu, televizyon, buzdolabı vb.) dışında kapitalist sınıf tarafından gasp edilmiş, bir müşterek olmaktan çıkarılmış durumda. İnsanlığın ortak kazanımı olan, bir müşterek olan teknoloji, öncelikli olarak kapitalist sınıfın hizmetinde. Özellikle de kârı arttırmanın, sermayeyi büyütmenin peşinde. Yegâne amacı ve varlık nedeni kârı arttırmak olan bir teknik gelişmenin genel toplum çıkarıyla uyuşması mümkün mü? Mesela tıp alanında harikalar yaratılıyor ama toplumun çoğu doğru dürüst sağlık hizmeti alamıyor. Aynı tıp alanı insanları giderek ilaç bağımlıları hâline getiriyor. Bir yandan insanların ömürleri uzuyor ama hâlâ sıradan hastalıklardan milyonlarca insan ölüyor. Dolayısıyla kapitalizmin sadece kapitalist hedef ve doğrultuda ürettiği teknolojinin büyük insanlığa bir meymeneti olması pek mümkün görünmüyor. Yani kapitalizmin getirdiği her teknolojik çözüm, yine bir başka toplumsal / ekolojik soruna sebep olacak gibi görünüyor. Örnekleri hâlihazırda önümüzde ve tarihin tozlu sayfalarında duruyor. Öte yandan tıpkı Marc Augé’nin dediği gibi; “Bugün her birimizin üzerine kapanan dünya, toplumlardan daha hızlı ilerleyen teknolojinin dünyası. Bu teknoloji dünyasının bize dayattığı araçları kullanmak için adeta kendimizi tüketiyoruz. Genel olarak geçmiş tarafından belirlenme hissinden çok, baş döndüren ve düşünemediğimiz bir gelecek tarafından soğrulduğumuz hissine kapılıyoruz.” Dolayısıyla sorunun temeline inmek, kapitalizm yerine yeni bir sistem inşa etmek gerekiyor.

İşte böyle bir paradigma değişikliği ihtimali üzerine kafa yorduğum, bu konuda okumalar yaptığım sırada rastladığım bir kitap, bana insanlık için yeni bir varoluş anlayışı ihtimalinin filizlenmekte olduğunu hissettirdi. Prof. Dr. Türker Kılıç’ın son aylarda sadece bilim ve tıp çevrelerinde değil, kültür-sanat alanında dahi ses getiren kitabı “Yeni Bilim: Bağlantısallık – Yeni Kültür: Yaşamdaşlık” adlı eserinden söz ediyorum. 21. Yüzyıl bireyleri olarak giderek daha fazla küresel sorunla başa çıkma yöntemi üzerine düşünmemiz gerektiği hissiyle geçen günlerime, haftalarıma ve hatta aylarıma, olağanüstü bir zihin berraklığı ve anlamaktan doğan sevinçle yoğrulmuş bir paylaşım hevesiyle eşlik eden bu kitap, beni “yaşamdaşlık” kavramı ile tanıştırdı ve bu kavram üzerine düşünmemi, nihayetinde bu yazıyı yazmamı sağladı.

İnsanlığın Önündeki Yeni Dönüşüm Seçeneği
1966 yılında Bursa’da doğan ve tıp eğitimini Hacettepe Üniversitesi’nde 1991 yılında, uzmanlık eğitimini Marmara Üniversitesi Nöroşirürji Anabilim Dalı’nda 1997’de tamamlayan Prof. Dr. Türker Kılıç, 2015 yılında dünyanın en saygın akademilerinden biri olarak gösterilen Avrupa Bilim Ve Sanat Akademisi’ne (Academia Scientiarum et Artium Europaea) üye olarak seçilmiş bir bilim insanı. Şu anda Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesi dekanı olan Kılıç, 2020’de kurulan İstanbul Nörolojik Bilimler Enstitüsü’nün de kurucu başkanı. Kendisi, Ayrıntı Yayınları tarafından basılan bu ilk kitabında bağlantısallığı yeni bilim metodolojisinin adı olarak kullanıyor. Yaşamdaşlık kavramını ise bu bilim metodolojisinin ortaya çıkarma ihtimali olan bir yaşama biçimi, yaşama üslubu, yeni bir yaşama kültürü olarak isimlendiriyor.

Bilimin tarihi, insanlık açısından önce tümdengelimin, sonra (Rönesans’tan itibaren) tümevarımın tarihi olarak bilinir. Bağlantısallık bu bağlamda özellikle nörobilim ve yapay zekâ ortak ürünü olarak karşımıza çıkan yeni bir bilim metodolojisi. Yani tümdengelimin üzerine eklemlenmiş olan tümevarımın üzerine artık bir bağlantısallık katmanı eklemlenmekte. Bu, bizim belirsizlikle verdiğimiz mücadelede önümüze yeni bir format koyuyor, yeni bir bilim paradigması, yeni bir bilimsel yöntem ortaya çıkarıyor. Bu bilimsel yöntemin var olan bilimsel yöntemle arasındaki en büyük fark ise şu: Bugün insanlık olarak herhangi bir bütünü tanımlayabilmek, onu anlayabilmek için o bütünlüğü oluşturan yapı taşlarını inceleyip onları yeterince çalışarak elde ettiğimiz verileri bütünün kendisine atfetmeye, bütünün kendisini anlamak için kullanmaya eğilimli bir bilim metodolojisi kullanıyoruz. Yani herhangi bir biyolojik yapıyı inceliyorsak, hücreyi ya da maddeyi inceliyorsak, onun yapı taşı olduğunu kabullendiğimiz atomu inceliyoruz. “Işık nedir?” sorusuna yanıt vermek istiyorsak mesela, onun yapı taşı olduğuna inandığımız foton, daha sonraki dönemlerde ışık dalgasını inceleyerek ışık hakkında bilgi elde etmeye çalışıyoruz. Ya da toplumu inceliyorsak eğer, toplumu oluşturan insanı inceleyerek toplum hakkında bilgi edinmeye çalışıyoruz. Kısacası herhangi bir bütünü inceleyebilmek için önce onu oluşturan parçaları incelemeyi öne alan bir bilimsel metodoloji kullanıyoruz. Ama Kılıç’a göre bütünü anlayabilmenin yolu onu oluşturan parçaları anlayabilmekten ibaret değil. Yine ona göre nörobilim bize bunu öğretti. Artık herhangi bir bütünü anlayabilmek için onu oluşturan parçaları incelememizin, o bütünü anlamak için yeterli olmadığını biliyoruz. Çünkü o bütünün oluşmasında esas olan, onu oluşturan o parçaların kendisi değil, parçaların birbirleriyle olan ilişkileri. Dolayısıyla biz “beyin nasıl zihin üretiyor?” sorusuna yanıt ararken, bunun beynin zihin oluşturma eyleminin esasında nöronların kendisinde değil, nöronların birbiriyle olan iletişiminde, etkileşiminde olduğunu anlıyoruz. Yine Kılıç’tan alıntılamak gerekirse; “Son on yılda yoğunlaşan ve beyin-bilimin yeni bir döneme girip bilimin belirsizlik denizindeki yeni buzkıran gemilerinden olmasını sağlayan beyin araştırmalarının ilk dönemlerinde, en yetkin bilgi işleme sisteminin beyin dokusu ve ‘tabii ki’ insan beyni olduğunu düşünüyorduk. İlk öğrendiğimiz, zihnin ‘yaşam gerçekliğinin enformasyon modellemesinin’ nöronların bağlantısallığının sonucu oluştuğu ve connectome=nörozihin adını verdiğimiz bu modellemenin bir matematiğinin keşfi idi. Sonraki aşamada enformasyonun ve bilginin işlenmesinin -yapı taşının atom olduğunu sandığımız- yaşamın varoluş esası olduğunu anlamaya başladık. Artık biliyoruz ki en yetkin bilgi işleme sistemi beyin değil, yaşamın kendisi. Yaşam sonsuz sayı ve farklılıkta enformasyon kodlamalarının iç içe var olduğu, hep dönüşen bütünden oluşuyor. Farklı kodlama özelliklerine sahip paradigmaların bilgi işleme bağlantısallıkları, her enformasyon işleyen sistemin er ya da geç zekâ üretmesi (autopoiesis=kendi yaratma) ilkesi gereği sürekli dönüşüm, değişim hâlinde. Yaşam dediğimiz enformasyon ağlarının bütünlüğü açısından; onu oluşturan bağlantısallıkların hiyerarşik ayrımı da, onu oluşturan bilgi sistemlerinin örüntüleri arasında önem farkı da, bilginin doğası gereği yok. Yaşamın karşısında balinayla selvi ağacının, insanla arı kuşunun, salyangozla kirpinin arasındaki fark önem farkı değil, bilgi sistemlerinin etkileşimde olduğu ağ içerisindeki bağlantısallık niteliği ve niceliğindedir. Yaşamı temsil eden bir bahçeniz ve bir de tembel, elinden iş çıkmayan bir bahçıvanınız olduğunu düşünün. O bahçedeki köstebek, o tembel bahçıvandan, o bahçedeki ekosistem için daha önemli olabilir.” Kitapta bağlantısallık kavramının detaylarına ve matematiksel / teknik altyapısına, Batı dünyasında “bağlantısallık devrimi” hakkında yazılmış ufuk açıcı makalelerin ne anlama geldiğine ve bu makaleler sonrasında bilim dünyasının nasıl sarsıldığına kapsamlı bir şekilde değiniyor Kılıç. Ben ise kısa sürede üçüncü baskısını yapan kitapta aslen, bu yeni bilim paradigmasının sosyolojik karşılığına ilgi duydum: Yaşamdaşlık.

Bağlantısallık biliminin ve bunun bir matematikle destekleniyor olmasının getirdiği bu yeni bilim metodolojisinin, yeni bir zihin formatlama potansiyeli var. Bunun bir başka gerekliliği de esasında şu: 1600’lü yıllardan beri içinde olduğumuz -Kılıç’ın tabiriyle- “Newton-Bacon-Descartes” kültürü, artık sınıra dayanmış olabilir. Evet, elbette bu kültür çok önemli gelişmeler sağladı yeryüzünde. 1600’lerde yaşam süremiz yaklaşık 40 yılken bugün artık 90’lı yaşlara kadar uzadı en basitinden. “Ancak her şey gibi bu uygarlığımızın da artık bir sınırı olabilir.” diyor Kılıç. Ekolojik olarak en azından bu uygarlığımızın sürdürülebilirliğinin tartışıldığını görüyoruz. Kılıç da bugünkü uygarlık modellememiz içerisinde en önemli konunun “nasıl daha iyi bir dünya yaratabiliriz?” sorusu olduğunda hemfikir. Ve gezegenimizde yaşadığımız her probleme artık bağlantısallık anlayışı ve bilimi ile yaklaşabilme şansımız olduğunu vurguluyor. Bu bize yeni bir zihin üslubu ve yeni bir düşünce biçimi yaratabilmemizi, pek çok probleme bugünkü yaklaşımların ötesinde bir bakış açısıyla bakabilmemizi de sağlayabilir. Bağlantısallığın, bu yeni bilimin bize öğrettiği ilk şey, her şeyin içinde bulunduğu ağ ile anlamlı olması. Dolayısıyla bu bilim bize, kendimize, yanımızdakine, içinde bulunduğumuz topluma ve yaşamın kendisine yeni bir anlayış ile yaklaşmamızı salık veriyor.

Hâlihazırda dünyadaki çoğu doktrin, anlayış ve eğitim, yaşamın insan için var olduğu düşüncesine dayanıyor. Hâlbuki bağlantısallık bilimi bize, “yaşamın insan için” değil, “insanın yaşam için” olduğunu ortaya koyuyor. Kılıç bunu bir yaprak-orman analojisi ile anlatmaya çalışıyor. Bizler bu uygarlık ormanımızın içerisindeki birer yaprak olarak yanımızdaki yaprağın bizden çok farklı olduğu sanrısı içerisinde yaşıyoruz. Yani bütün bu ormanın yaprak için olduğunu zannediyoruz ve böyle bir zihin akışı içerisinde, böyle bir kültür algoritması içerisinde yaşamlarımızı sürdürüyoruz. Hâlbuki orman yaprak için değil, yaprak orman için. Bu nedenle de zaten önemli bir ölüm problemimiz var. Bağlantısallık formatının / bağlantısallık biliminin önümüze bir seçenek olarak yeni ortaya koyduğu düşünce algoritmasıyla eğer yaşamı insan için değil de, insanı yaşam için ele alırsak o zaman pek çok sorunumuza da yanıt bulabileceğimizi görüyoruz.

Yaşamın insan için olduğunu savunan anlayışta en önemli değer, malum, sahip olmak. Sahip olmak günümüz dünyasında kutsanmış bir değer adeta. Sahip olmak için bize zeki olmak, çalışkan olmak en önemli kişisel özellikler olarak sunulmakta. Bizzat eğitim dahi bunu amaçlamakta. Hâlbuki bu yeni düşünce biçimi / yeni kültür paradigması içerisinde; sahip olmak yerine, anlamaktan doğan sevinç ya da merakla doğan, merakla başlayan, iyilikle ve yaratıcılıkla devam eden ve anlamakla sonuçlanan bir zihin algoritması yaratılabilir. Yani bu yeni düşünce algoritmasının ödülü, sahip olmak yerine anlamak olabilir. Tabii ki “Çalışkan olmak ve zeki olmak önemsizdir.” demiyor Kılıç. Sadece çalışkanlığın ve zeki olmanın üzerine eklemlenen iyilikten ve yaratıcılıktan bahsediyor. Nasıl ki tümdengelimin üzerine tümevarım eklemlenip Reform ve Rönesans yeni bir insan modeli yarattıysa, şimdi de bağlantısallık metodunun var olan bilim metodolojisinin üzerine eklemlenmesi ile sahip olmak için çalışkan ve zeki olmayı öğrenmeye çalışan insan modeli yerine, anlamak için ve anlamaktan doğan sevinçle ödüllendirilmek için yaratıcılığı ve iyiliği öğrenen, merakla başlayan bu süreç içerisinde zihin ağını geliştiren bir insan modeli ortaya çıkacağına inanıyor.

Tabii ki insanlık mutlaka yaşamdaşlığı seçecek diye bir kural yok. Dinozorlar 150 milyon yıl yeryüzünde yaşamış ve ortadan kaybolmuşlar. İnsanlık ise hepi topu sadece 1-2 milyon yıldır yeryüzünde. Ve tıpkı dinozorlar gibi, insanlığın da bu ekolojik sistem içerisinde yok olma riski var. Üstelik yaşamın içerisinde küçük bir parça olduğumuzu COVID-19 salgını esnasında daha iyi anlamış olmalıyız. Doğanın, yaşamın var olmak için bize ihtiyacı yok. İnsanlığın tür olarak yaşama katkısı muhtemelen bir arı canlısı kadar değil. İnsanlık COVID-19 karantina dönemlerinden sonra evlerden sokaklara tekrar çıktığı zaman gördü ki, yaşam insansız da var olabiliyor. Hatta insansız kendini daha hızlı onarıyor ve zenginleşiyor. Yani yaşam için insan olmazsa olmaz değil.

İnsanlığın gelecekte nereye gideceği, yine insanlığın yapacağı seçimlere dayanıyor. İnsanlık nasıl karındaş, arkadaş, yurttaş, vatandaş olmayı öğrendiyse, yaşamdaş olmayı da öğrenebilir. Şu anda var olan neoliberal kültür, insanlığı bir global tüketici hâline getirdi. İnsanlık bu sistem içerisinde “sahip olmak için varlık bulan” bir bilgi formu şeklinde algılanıyor. Hâlbuki orman, bu yaprak için değil ve bu yaprak ne zaman zihnini yaprak olmaktan çıkarıp ormanın geneline yayabilirse, işte o zaman yaşamdaşlık denen ve yaşamın insan için değil de insanın yaşam için olduğu bir zihin algoritması gerçeklik hâline dönüşebilir. Bu da insanlığın daha güzel ve daha iyi bir dünya yaratmasına yardımcı olabilir.

Yaşamdaşlık Doktrini Üzerine
“Yaşam insanla yaşantı diliyle konuşur.” diyor Kılıç. “Bilim bu dili anlar ve yaşantılardan eski doğruların üzerine eklemlenecek yeni, ‘daha doğrular’ keşfeder. Felsefe de bu yaşantıları ve yeni, daha doğruları anlamlandırır.” diye devam ediyor ve dinleri de olan biteni anlamlandırmaya çalışan felsefenin alanına yerleştiriyor. Kılıç’a göre yaşamın enformasyondan oluşan bağlantısallık ağı insan zihninde felsefe ve bilimle modelleniyor ve varoluş ağının o alanı yine felsefe ve bilimle seçilen yaşantılar üzerinden “yaratılıyor”.

Yaşamın “iç içe var olan enformasyon kodlamalarının bağlantısal bütünlüğü” olmasına COVID-19 salgını iyi bir örnek teşkil ediyor. Zira Wuhan’daki kelebeğin kanat çırpışının New York’ta kasırga oluşturmasının meteorolojik şansından çok daha az olan bir gerçeklik ağı oluştu son iki yılda dünyada. Bugün itibarıyla yaklaşık 5 milyon insanın enfeksiyondan ölümüne sebep olan virüsün toplam ağırlığı bir kelebeğin ağırlığı kadar bile değil. Zira enformasyonun kütlesi yoktur. Kılıç’a göre yaşam ağı içinde ister virüs, ister ekonomik kriz kodlarının yayılımı (bkz: 2008 krizi), ister sosyal ağda bilginin yayılımı, ister hakikat sonrası dönemin algı oyunlarının dalgalanması, ister kanser hücresinin kanser dokusu hâline gelirken damarlanma biçimi ya da merkezi otoritenin halkına maske ulaştırma ağı olsun, etkileşim ve bilgi işleme gerektiren tüm “sistemler”, nöronların bağlantısallığı üzerinden düşünce ve zihin oluşturması matematiği ile modellenip anlaşılabilir.

Bilimsel yöntem, belirsizlikle karşılaştığında -ki en büyük belirsizlik ölüm ve ölüm tehdididir- insan zihninin çare arayışının ilk çözüm sığınağı. COVID-19 salgını bu açıdan da etkili bir örnek oldu. Ancak bu kez sorun, “insanlık evinin” içinde insanların bir başka paylaşamamazlık kavgası değildi, bu kez insanlık ağının bağlantısallığı üzerinden ilerleyen, etkileme alanındaki bütünün tüm parçalarını eşit etkileyen (yanıtlar farklı olsa da) yeni bir yaşam kodlaması ile “mücadele” söz konusuydu. Kılıç’a göre bilim, insanoğlunun esas ait olduğu yerin, yaratmaya çalıştığı “insanlık evi” değil, “yaşam ağı” olduğunu işaret etmekte. Anlaşılmakta ki; insanlık evi, yani insanı yaşamın merkezine koyan anlayış, işi zihin oluşturmak olan beyin dokusu içinde bir grup hücrenin yeni bir doku oluşturmasına benziyor. Çoğunlukla bu dokuyu beynin biyolojik sistemi ortadan kaldırır. Bu olamazsa, kontrolsüz bu doku tümör adını alır ve içinde bulunduğu bütünlüğü sonlandırır. “İnsanlık evi” anlayışı, Kılıç’a göre bir tümör ve acilen tedavi edilmesi gerekiyor.

Ve Kılıç, yaşamdaşlığı insanlığın önündeki yeni bir varoluş paradigması olarak nitelendiriyor.

Evet, insanoğlu aydınlanma ile “birey” oldu. Ulus-devlet ile yurttaş, sonra vergisini ödeyen vatandaş, neoliberal ekonomi ile ise global tüketici olmayı öğrendi. Şimdi de, Kılıç’a göre, bağlantısal bütünsellik bilimi ve ortaya çıkmakta olan kültürü ile yaşamdaş olmayı öğrenecek. Ona göre COVID-19 pandemisi insanoğlunun yaşamdaşlık antrenmanıydı. Bu egzersiz elbette son olmayacak. İnsan öğrenen bir canlı fakat kolay öğrenen, hele alışkanlık dediğimiz bilgi akış kodlarını kolay değiştiren bir canlı değil. Ancak yaşam da en sabırlı ve etkili öğretmen, çünkü zaman insan için aktığından çok farklı biçimde akıyor yaşam için. Kılıç’a göre insan zihinleri için yıllara, bu zihinlerin hayat verdiği kurumlar, kültür ve devlet yapıları için on yıllara yayılan bir değişim yaşanacak ve insanoğlu yaşam ağının parçası olduğunu, yaşamın merkezinde olmadığını önce anlayacak, sonra bunu yaşamaya başlayacak ve ardından bu yeni kültürün kurumlarını oluşturacak. Yaşamdaşlık dönüşümü önce zihinleri, sonra bilimi ve kültürü, ardından ekonomiyi, hukuku, devlet anlayışını ve kurumlarını değiştirecek.

Aydınlanma ile tümdengelim üzerine eklemlenen deneycilik “kabullenişin ve sebep-sonuçsuz düşüncenin” yerine insanı ve aklını koyarak bugünkü insanoğlunun yaratabildiği en üst düzey uygarlığı ortaya çıkardı ama her uygarlık gibi, içinde bulunduğumuz ve muhteşem zannettiğimiz uygarlığımızın da elbette bir dönüşüme ihtiyacı var. Nasıl tümdengelime tümevarımın eklemlenmesiyle Rönesans ve Reform ortaya çıktı ise, var olan bilimsel yönteme bağlantısal bütünsellik bilimsel yönteminin eklenmesi, “deneycilikle aydınlanmış bireyden”, yaşam ağı içinde varlık bulan “yaşamdaş”a dönüşümü neden mümkün kılmasın? Sağladığı pek çok bilgi, birikim ve olanak sebebiyle minnet, sevgi ve saygı duyduğumuz ancak dönüşüm zamanlarına denk geldiğimiz uygarlığımızın yarattığı hâkim neoliberal düzenin tüketici vatandaşı, yaşamdaş hâline geldikçe kutsadığı değerler olan “ben” için sahip olmak, çalışkan olmak ve zeki olmak özelliklerine, “yaşam” için iyi olmak, meraklı olmak ve yaratıcı olmak özelliklerini ekleyecek.

Kitabın son sayfasını okumayı tamamladığım andan itibaren ben, bilimde bağlantısallık metodunun doğurduğu / doğuracağı sosyal devrim niteliğindeki yaşamdaşlık kültürüne inanıyorum. İnsanlık hikâyesi yaşamdaşlığa evrilirse; ben için sahip olmak, yaşam için iyi oldukça insanın yaşamı zenginleşecek. Teknolojik dönüşüm bir kenara, esas içerikte eğitim değişecek. Var olan üstün olma eğitimi, yerini iyilik eğitimine bırakacak. İnsanın hakkını yaşama karşı koruyan hukuk sistemi, yaşamın hakkını insana karşı koruyacak. Var olan merkezi güce bağımlı ekonomik modeller yerini hiyerarşik yapının olmadığı, kararın “enformasyon ağı” tarafından verildiği, Bitcoin gibi ilkel işaretlerini gördüğümüz ağsal ekonomik yapılara bırakacak. Ancak belki de en önemli değişim ölümün anlamlandırılmasında yaşanacak. Var olan uygarlığımızda, insanoğlunun zihin yeri olan “yaprağın” sararıp düşmesi o yaprağın sonu olarak olumsuzluk ile karşılanırken, yaşamdaşlık uygarlığında zihnin konumlanacağı “orman” açısından sonbaharda yaprağın sararıp düşmesi, varoluşun doğallığı içinde algılanacak. Çünkü bilim artık diyor ki; binayı var eden, onu oluşturan tuğlalar değil, onları bir araya getiren bağlantısallıktır.

Yaşamdaş bir insan olmak için yine Kılıç’ın birkaç önerisi var. Öncelikle birey olarak “dönüştürmek değil, dönüşmeyi önemsemek”ten bahsediyor. Ardından “yaşam sevincinin, bilmek ve anlamaktan doğacağını bilerek yaşamak”tan dem vurup şöyle anlatıyor: “Hakikat-sonrası denilen dönemin temel insan modelinde içten içe var olan -yaşamın sonsuz çeşitliliği karşısındaki- yetmezlik duygusunu ve kederi, hep bayır yukarı çıkıyormuş hissini, her zaman bir düşmana ya da kaybedene duyulan ihtiyacı, ‘doğru olarak sunulan şeylerin aslında gerçek olmaması’ labirentini aşacak zihin durumunun, ‘bilmek ve anlamaktan doğan sevinci’ yaşamayı öğrenmiş insandan çıkacağını, bunun da yaşamdaşlık ile kültürleşeceğini düşünüyorum.” Ardından “mutlak doğrunun olmadığını bilerek, söylediklerimizin de daha doğrusunun bir gün söyleneceğini ve o günün de her gün olabileceğini anlamanın getirdiği alçakgönüllülükten ayrılmamak” maddesini ekliyor ve son olarak merkeze “ben”i değil, “biz”i değil, hatta “insanlığı” da değil; “yaşamı” koyan bir bilim, insan ve yaşam anlayışına sahip bir akademi ve devlet modeli yaratma gerekliliğinden söz ediyor.

Yaşamdaşlık anlayışı, küresel sorunları ele alırken, kapitalizm belasından kurtulmak için ve yeni bir hayat sistemi kurarken insanlığın elindeki en büyük anahtarlardan biri olacak gibi görünüyor.

Yaşam dediğimiz bu eşsiz öğretmen için, dünyamız için, doğanın ekolojik devamlılığı için, insan türünün önemi arı türü kadar bile değil. İnsanoğlu yaşamdaşlığı öğrenemez ise, yaşam denen öğretmenin yeni “egzersizleri” ile karşılaşacak: yine yaşam bağlantısallığı içinde, aynı matematik ile varlık bulacak yeni ekonomik krizler, ekolojik yıkımlar, iklim değişikliği sonucunda ortaya çıkabilecek açlık, sadece arıları etkileyecek bir başka virüs “pandemisi” ile doğanın yaşanamayacak bir hâle gelmesi vb. İnsanoğlu önümüzdeki on ya da yüzyıllarda kendini yok edip soyunu tüketmez ise, bizi 20 milyar galaksi (belki de daha fazla) ile paylaşacağımız şahane bir yaşam bekliyor. Yani yaşamdaşlık er ya da geç öğrenilecek gibi görünüyor.

Şimdiden zihnimizi hazırlamakta fayda var.

Teşekkür: Tarihçi, düşünür, yazar Fikret Başkaya’nın kapitalizm üzerine analizleri bu makaleyi yazmama yardımcı oldu.

* = Einstein’a selam olsun…